“Kopsun artık kıyamet!”

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bugün 8 Temmuz. Yaşadığımız coğrafyada, takvimdeki günlerden “bir özelliği olmayan” gün neredeyse yok. Maalesef bu özel oluşların çoğu da acılardan, trajedilerden oluşuyor. Ve yine maalesef ki unuttuğumuz, yıldönümleri geldiğinde birkaç dakikalığına hatırlayıp yine unuttuğumuz trajedilerden…
8 Temmuz, Çorlu’daki tren faciasının 3. yıldönümü. Kazada 25 kişi ölmüş, 317 kişi yaralanmıştı. Açılan davalarda 7 duruşma yapıldı ama tahmin edeceğiniz gibi sonuç yok! Bizdeki adalet ihmali olanlardan hesap sormaya değil, onları kurtarmaya daha çok hizmet ediyor, biliyorsunuz…
Yirmi beş can, yirmi beş ayrı hayat hikayesi vardı yarıda bırakılmış ama bir tanesi hepimizin daha çok dikkatini çekti, belki hepimizin canını daha çok yaktı. Hatta daha duyarlı olmamızı bile sağladı bu vahim hadiseye karşı. 9 yaşındaki Oğuz Arda Sel… Neşe ve hayat doluydu. Seçildiği Barcelona Futbol Okulu sayesinde İspanya’da turnuvalara katılmıştı. 3 yıl boyunca oynamış, hem sağ hem sol ayağını kullanabildiği küçücük yetenekli bedeni, 3 torbada teslim edilmişti ailesine, kaza sonrası. Dedesinin haykırışlarını izlemiştim, göstermelik duruşmaların bir tanesinin ardından… Dakikalarca ağlamış, etkisinden kurtulamamıştım. Bu satırları yazarken yine boğazım düğümleniyor:

“9 yaşında bir çocuğun ikiye bölünmüş halini görsünler, ondan sonra karar versinler. Biz yaşamıyoruz. Adalet, nerede adalet? Biz dedik ki bilirkişiler, bilen kişiler olsunlar. Bilirkişiler rektörün elinde, rektör siyasilerin elinde. Hiç kimse bu davaya bakmak istemiyor. 25 kişi ölmüş bu neyin davası? Bu ülkede adalet mekanizması işlemiyor. İnsanlar adalet, adalet diyor herkes önüne bakıyor, herkes işine bakıyor. Para gelsin, Türkiye’nin itibarı… Türk halkının itibarı ne olacak beyler? İnsanlar ölüyor. Cumhurbaşkanım! Torununu kucağına alıp seviyorsun, benim torunum iki parça. Çuval gibi diktiler! Beni alın zindana atın. Yeter. Çekin şu pis ellerinizi adaletin üstünden…”
2.5 yaşını geçen ikiz çocuklarım geçtiğimiz günlerde hayatlarında ilk defa trene bindiler. Hızla geçen vagonları her gördüklerinde heyecanla “tiyen!” diye bağırırlardı. Eşime soruyorum:

“Nasıl şaşırdılar mı?”
“Çıldırdılar,” diyor. “Sürekli etrafı izlediler, sorular sordular, ayağa kalktılar, hiç durmadılar…”
Tren yolculuğunu seven, mümkünse karayolundan ve trafiktense raylarda olmayı isteyen biri olarak yaşadıkları heyecan beni mutlu etmişti. Bu seyahatlerinden hemen sonra gördüm, Oğuz Arda Sel’in annesiyle yapılan röportajı. Ne yapardım, nasıl dayanırdım diye sordum, cevap veremedim. Çocuklarımla karşılaştırdığım için kızdım da kendime ama yok dedim sonra, kendimizi başkasının yerine koymadan anlayamıyoruz, kendi başımıza gelmeden sesimizi çıkarmıyoruz, umursamıyoruz… Hepimizin canı yanmalı, içimizden bir şeyler kopmalı ki sesimiz çıksın, artık bir şeyler değişsin. Bu yazının amacı da tam da bu amaçla, biraz canımızı yakmak zaten. Başlık da Arda’nın annesi Mısra hanımın röportajından. “Bu kadar acı yeter. Kopsun artık kıyamet!”
Nasıl dayanırdım dedim ya, kazada eşini ve oğlunu kaybeden Mısra hanım şık, bakımlı, makyajlı, güçlü… Çünkü oğlu Arda ona: “Anne makyaj yap, hep güzel ol, cıvıl cıvıl ol,” demiş. Bu sözlerle ayakta duruyor Mısra hanım. Anlattıklarından Arda’nın ne kadar farklı bir çocuk olduğunu anlıyoruz. 4-5 yaşlarındayken gittikleri eğlence parkında, Arda tırmanma duvarına çıkmak istemiş. Annesi istemese de görevliler tamamen güvenli olduğuna dair anneyi ikna etmişler. “Zaten o kadar yukarı çıkamaz,” demişler. Arda ufacık bacaklarıyla en tepeye kadar çıkmış, dönüp annesine zafer işaret yapmış. “Nasıl başardın?” diye sorunca da: “Anne hiç dönüp arkama bakmadım, hep ileri baktım. Eğer baksaydım korkardım, çıkamazdım,” diye açıklamış.
Şaşırttığı sayısız andan biri de anneannesiyle… Babaannesini ve dedesini ziyarete giderken otobüs mola vermiş. Arda simitçiyi gösterip, “Bana simi alır mısın anneanne?” demiş. Simit gelince de, “Yok yemeyeceğim,” demiş. Anneannesi, “E oğlum o zaman neden beni otobüsten indirdin de simit aldırdın?” diye soruca Arda, “Simitçi amcaya yardım olsun diye,” demiş.

Acı günü şöyle anlatıyor Mısra hanım:
“Arda’yla yeni tatilden gelmiştik. Son tatilimiz olduğunu bilmeden, dolu dolu, çok güzel bir 7 gün geçirmiştik. İstanbul’a gedik, oğlum Cihangir’de Sadri Alışık Sanat Merkezi’nde drama dersi alıyordu. Cumartesi sabah oraya götürdüm, babası bizi bekliyordu… Ayrılmadan önce iki eliyle yüzümü avuçlarının arasına aldı, gözünden bir damla yaş aktı. “Neden ağlıyorsun?” dedim. Boşver der gibi bir hareket yaptı. Hakan, “Mısra hadi git, derse ağlayarak girmesin, sonra haberleşiriz,” dedi. Öyle ayrıldım Arda’dan. Onlar derse girdiler, sonra sinemaya gittiler, bana fotoğraflar gönderdiler. Ertesi sabah telefon ettiler, trenle Uzunköprü’ye babaannesi ve dedesini görmeye gidiyorlardı. Orada iki saat oturmuşlar, babaannesi onun çok sevdiği köftelerden yapmış, severek yemiş. Ben Arda’ya cezvede kahve yapmasını öğretmiştim. “Hadi ben size kahve yapayım ama kahve harçlığımı alırım,” demiş. Kahveleri yapmış, 20 lira harçlığını alıp cebine koymuş. Dönüşte trene bindikleri sırada beni aradı. Görüntülü… Normalde babasının yanından beni asla görüntülü aramazdı. İşte olabilirim diye… “Giderken babamla karşılıklı oturuyorduk, şimdi yan yana oturuyoruz anne,” dedi. İçeriyi, yolcuları gösterdi. O son görüntüler gözümün önünden hiç gitmiyor. Bir ayakkabı istiyordu ve babasıyla o ayakkabıyı ayırtmışlardı bir AVM’de. Gidip o ayakkabıları alacaktık trenden indiklerinde. Arda’yı gömdüklerinde arkadaşıma, “Ne olur git al,” dedim. O ayakkabıları Arda o kadar çok istemişti ki, kıyıp da başka çocuğa veremedim. İstekleri çok olan bir çocuktu Arda. Sınırlamaya çalışırdık. Babasıyla görmüşler o ayakkabıları. Hakan bana, “Alayım mı?” diye yazdı. “Hemen alma, beklemesini öğrensin,” dedim. Çok içimde kaldı aldırmadım diye.”

“Arda olmadan geçirdiğim o gün içimde nasıl bir sıkıntı vardı anlatamam. Gece 3’ten sabaha kadar ağladım. Ben evde hiç yalnız kalmamıştım. Hep Arda ve annem vardı yanımda. “Mısra sen yalnızlığa alışık değilsin, bu yalnızlık seni sarstı herhalde,” diyordum. Meğer sebep başkaymış. Televizyon açıktı, altyazıyı gördüm, “Hızlı tren devrildi “diye. Hemen Hakan’ı aradım, cevap vermiyor. Kardeşini aradım, “Yola çıktım, Çorlu’ya gidiyorum,” dedi. Annem, babam, arkadaşlarım hep birlikte Çorlu’ya gittik. Dualar ede ede. Olay yerine kimseyi sokmuyorlardı. Ben bir yolunu buldum. Olay yerinden bir traktör geldi. İçinden ağıtlar yükseliyordu. Yaralıları, yakınlarını kaybedenleri taşıyordu. Enkaza vardığımızda bir ceset torbasının fermuarını çekiliyordu. “Hakan o!” diye bağırdım. “Hayır, o bir kadın!” dediler, beni uzaklaştırdılar. O sırada annemin çığlığını duydum, ona doğru koşmaya başladım. Bir görevli kollarımdan tuttu, “9 yaşındaki oğlum burada” dedim. “Ne vardı üzerinde?” diye sordu. “Kot şort,” dedim. “Şortunun paçası kıvrık mıydı?” diye sordu. “Evet” dedi. “Git buradan, hastaneye gelecek o,” dedi. Hayatta mı, öldü mü diye soramadım. Babam geldi o sırada, “Hadi kızım gidiyoruz,”dedi. Meğer onlar Arda’yı görmüşler… Ben oğlumu iki ay sonra AFAD’ın sayfasında paylaşılan fotoğrafta gördüm. Trenin altındaydı, ikiye katlanmış vaziyette ve gözleri açıktı. Bu kolay kolay kaldırılacak bir şey değil. Babam oğlumu parça parça üç torbada aldı morgdan. O cebindeki 20 lira nasıldı biliyor musunuz? Ortadan ikiye ayrılmıştı. Oğlumum nasıl kesildiği anlaşılıyordu o paradan. Şimdi bana diyorlar ki, Mısra adalet gelmeyecek, boşuna uğraşma. Hayır, adalet gelecek! Bu acıları yaşayan bir anne bu hayattan adaleti sağlamadan gidemez.”

Yakın zamanda ağır bir COVID atlatan Mısra hanım hayatta daha dik durmaya karar verdiğini anlatıyor: “Aldığımız her nefes o kadar büyük bir lütufmuş ki hastayken onu öğrendim. Makineye bağlı nefes almaya çalışırken hayata bağlandım. Oğlum beni nasıl görmek istiyorsa öyle olacağım. Bakımlı, mücadeleci, cesur, duyarlı…”
Mısra hanım yaşadığı bunca acıya rağmen, sırf pes etmediği için bir de polise mukavemetten yargılanıyor. İhmali olanları tespit etmesi, adaletin tesis edilmesi için görevini yerine getirmesi gereken Ulaştırma Bakanları ise sosyal medyadan Mısra hanımı engellemekte bulmuşlar kurtuluşu. Kaza olduğunda bakan olan da yerine gelen de, şimdiki bakan da… Görmezden gelmek, örtbas etmek, unutturmak bir yöntem haline gelmiş çünkü.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde de tren kazaları oldu, fakat bizdeki kadar sık değil. (Türkiye’deki kazalar dünya ortalamasının 7 katı kadar!) Bizdeki kadar göz göre göre değil. Bizdeki kadar umursamaz ve sorumsuz şekilde de değil elbette. İhmali olanların hesap vermekten her zaman kurtulduğu biçimde de değil. Ve bizdeki kadar çabuk unutulan, peşi bırakılan ve tam da bu yüzden tekrarlarını defalarca yaşadığımız tekerrürler gibi değil.
Ankara ve Pamukova’daki şov yaparcasına yeterli denetim yapılmadan açılan tren hatlarında yaşanan kazalarda, 301 madencinin öldüğü Soma faciasında, kaçak yurtlarda yanarak ölen çocuklarımızda, şehirlerin ortasında can pazarına sebep olan sel felaketlerinde, görmezden gelip bir gün kapımızı elbet çalacak olan deprem gerçeğinde, kadına karşı önü alınamayan şiddette, çocuklara yapılan tecavüzlerde ve daha nicelerinde… Sorunumuz kendi başımıza gelmeden yeterince umursamayışımız, kendi davamız görmeyişimiz, sonra kendi başımıza gelince de aynı çaresizliği, aynı yalnızlığı, aynı çıldırtan sessizliği yaşamamız. Sessiz kaldıkça da benzerlerini yaşamaya devam edeceğiz. Elbet bir gün bize veya yakınlarımızın başına da benzerleri gelecek. O yüzden tekrar edelim: “Bu kadar acı yeter. Kopsun artık kıyamet.”
Not: Bu yazıda Mine Şenocaklı’nın, 2 Temmuz 2021 tarihli Oksijen Gazetesi’ndeki röportajından yararlanılmıştır.

“Kopsun artık kıyamet!”

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Giriş Yap

Vira Trabzon ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!