Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur saatlerdir hızını kesmedi. Sığındığı kızılağaçların altında, cebinden daha önce kopardığı kurumuş mısır püsküllerini çıkardı. Avucunda düzene soktu. Göt cebinden çıkardığı düzgün katlanmış gazete parçasını özenle sigara kağıdı ebadında yırttı. Mısır püskülünü ortasına serdi. İyice yuvarlayarak sigara haline getirdi. Uzun uğraşlardan sonra nemlenmiş kibriti yakmayı başardı. Derin bir nefes çekerek, ıslaklığını da kurutmak istedi. Sigara alev aldı. İrkilerek elinden fırlattı.
- Hay aksi!
Tam o anda ‘serander’ yönünden babasının sesini duydu.
- Enver, oğlum gel. Sigaranlan gel!
İlk baba tokadı mıydı bu?
***
Odaya kapanmış, her zaman keyifle izlediği mısır tarlasını döven yağmuru, bu kez dehşetli bir hüzünle seyrediyordu. Bu buhar, bu koku, bu parıltı, bu müzikal şarıltı onu büyülüyordu. Ekinlerin yağmura bu direnci şaşırtıyordu.
Mazlum, ‘kelif’te midir acaba? Bu yağmurda duramaz orada, diye düşündü.
Kelif, evlere uzak fındıklıklardaki ürünün toplanıp, taşıması zor olacağından yerinde kurutulurken güvenliğini sağlamak için imal edilmiş, yüksekçe “çardak” demekti. Fındığı eve taşımaktansa, “Meşe” adı verilen fındıklıktaki geniş açıklık harman olarak kullanılıyor ve orada kurutuluyordu.
Önce dört tarafı yere sağlam çakılan sırıklarla yükseltilir ve yerden oldukça yüksekte tahtalar yere paralel uzatılır, üstüne ot serilerek, göğe yatak yapılırdı. Burada kurutmak üzere harmana serilen fındık, özellikle geceleri yastık altındaki silahla korunurdu.
Kelif’te yatmak biz çocuklar için bir oyundu. Mazlum da bu ıssız fındıklıkta arkadaş bulmuş olurdu. Biz çocuklar için çıkması da zordu kelif’e, inmesi de. Köyün deresine oldukça yakındı kelif. ‘Kazan gölü’ bu derede yüzme mekanımızdı. Gürül gürül akan derenin üstündeki taşlardan atlayarak karşı kıyıya geçip, birkaç kıvrımdan sonra ulaşırdık buraya. İki yanı yüksek kayalarla çevrilidir. Bu yüzden güneşlenmek için kayalara tırmanmak gerekirdi. Coşkun akan derenin suyunu iri taşlarla keser, gölün derinleşmesi sağlanırdı. Arada bir derenin aşağı bölgelerindeki değirmen sahipleri, su az gidiyor, diye gelip bozarlardı gölün taşlarını. Yeniden örer, suyu keser, böylece göl derinleştirilirdi. Atlama yeri de vardı. Ama denize alışmış olanlara dar gelirdi, iki kulaçta biterdi oluşturduğumuz göl.
Mazlum’un babasının sesi gürlemek için her zaman bir gerekçe bulurdu.
Çocuklarına, Halim’im, Sefa’m, Mazlum’um, kopun (koşun) gelin. Ekrabam (Akrabam) bize ‘peşko’yu verecek, diye seslenirdi.
Şehre dönerken fırınlı sobamızı onlara verirdi babam.
Turhan Eyüboğlu, “Bunlar Gerçek” sayfa:316 Sonhaber Yayınları “Köyden Anılar” başlığıyla yer aldı.