“Serada yetişen bitkiler gibiyiz ya da sürekli gün ışığı verilerek büyütülen civcivler. Bir an önce büyüyüp ölmeliyiz. Bütün mesele işte bu.”
Röportaj: Cumali Yardım
Hüseyin Çevik’in “Anahtar Konuştu” şiir kitabı 2020’de Klaros yayınları etiketiyle okuyucunun karşısına çıktı. Anahtar Konuştu, içerisindeki çok seslilik ile bireysel ve toplumsal sorgulamaları barındırıyor. Bu sorgulamalar yalnızca bireye ait olmamakla birlikte bireyin içerisinde bulunduğu çağ ile, bireyin etrafındaki etkileşiminin gizil dünyasını, bilinç yapısını eleştiren ve ortaya koyan çoksesli bir şiir dizisinden oluşmaktadır. Çevik, içinde yaşadığı toplumsal izdüşümleri aktarmayı kendisine amaç edinen, sade dil ile kurulan bağdaştırmalarla, mısra başı kafiye düzlemi ve mısra içi yinelemelerle şiirinin sesini güçlendirmeyi amaç edinen Türkiye edebiyatının çağdaş şairlerinden biri. Çevik, poetik anlayış bakımından çağdaşlarıyla uyuşmayan; kendisine has ve halk şiir öğelerine dayalı bir şiir anlayışını sürdürmektedir. Anahtar Konuştu, kitabı ise dramatik persona öğelerinin yoğunlaştığı anlatım izleklerinde kendine özgün bir ses imgesi yaratmaktadır.
Şeyh Galib, Hüsn ü Aşk eserinde “şairliğe yanış-yakılış ve dert gerek; şair olana mihnet ve dert gelir, yamanır, yakasını bırakmaz onun.” (Galib, 2019: 194, İş Bankası Yayınları) der. Sizi Anahtar Konuştu’yu yazmaya iten “dert” nedir?
Şeyh Galip Divan edebiyatımızın ölümsüz şairlerinden. Ancak ben bunu şöyle söylemeyi daha doğru bulurum. “Derdi olana şiir gerek.” Şiir, benim önce kendimle gerçekleştirdiğim bir dertleşmedir. Zamansız, koşulsuz, amasız öyle bir dost. Böyle bir can dostum olduğu için ona ne kadar teşekkür etsem azdır. Bütün dünyanın sustuğu yerde, bütün dünyanın seni hiç hesaba katmadığı halde (ki sen bir şeyler söylemek istiyorsun), kendi halinde, kendi kaybolmuş halinde, hiç teessürsüz o bozuk çarkını devam ettirdiği bir süreçte; şiir sana konuşma fırsatı veriyor. Bu ne büyük bir ihtiyaçtır. Düşünün, bir kız çocuğu intihar ediyor ve toplum bir kenara, ailesi dahi bu “cinayet”te kendini aklama derdine düşmüş olabiliyor. Şiir işte burada imdadına gelip sana gözyaşı oluyor. O kız çocuğu gelip o şiirde her şeyi bir bir anlatıp ve sonunda seni suçlayıp hükmünü boynuna geçiriveriyor. Ne büyük bir huzur!
Beni şiire iten işte budur. Kitaba değil. Ben şöyle şöyle bir kitap yazacağım diye gelişmedi bu süreç. Önce şiir oldu, sonra kitap. Ömer Turan da adı şu olabilir mi diye sordu. Bence bütün dizelerin içinden yahut dışından kitaba en uygun ad işte böylece ortaya çıktı. “Anahtar Konuştu”
Osman Çakmakçı, Aşağılık Sanat kitabında şairleri toplayıcı ve kazıcı şairler olmak üzere ikiye ayırır. Bu ayrımla ilgili ne düşünüyorsunuz ve kendinizi bu ayrım noktasında nerede tanımlıyorsunuz?
Osman Çakmakçı şiiri ikiye ayırıyor: Organik şiir ve sentetik şiir diye. Sentetik şiir sözcüğe dayanır, yapıya tapınır, diyor. Organik şiir ise duyarlık zeminine bağlanır. Bahsettiği sentetik şiirde bir kurgu söz konusudur. O şiirin bir formülasyonu vardır. Orada şiir bu formüle uygun sözcükler toplamaktan ve bunu ‘sanatsal’ bir ifadeye yerleştirmekten ibarettir. Oysa kazıcılar için şiir her şeyden önce şiirdir. Yaşanmışlığın rastlantılarına da dayanır.
Şiir elbette ki sözcüklerle yazılır. Ancak toplayıcı şiirde cevher olan sözcük dışarıdan şiire girerken kazıcı şiirde o cevher yaşantıdan kopup şiire girer.
Geçenlerde Yaprak Dergisi’nde Orhan Veli imzasıyla okuduğum bir yazıda tam da bunu buldum. Tiyatrocular ile ilgili olan bu yazıda, birkaç tiyatrocumuzu överken diyor ki; “Onları çok beğeniyorum çünkü, onlar; nasıl oynarsam güzel olur demiyorlar, nasıl oynarsam gerçek olur” diyorlar. Toplayıcılık ile kazıcılık arasındaki ayrım sanırım buradadır.
Bir de sinemadan örneklemek isterim. Geçtiğimiz aylarda okuyucusuyla buluşan görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı ile bir nehir söyleşi yapıp onu kitaplaştıran Barış Saydam’ın ‘Güneşe Lamba Yakan Adam’ adlı eserinde altını çizdiğim şu kısımlar, bu değerli tartışmanın sinemada da var olduğunu bizlere gösteriyor: “Görüntü yönetmeninin yarattığı görüntülerin hikâyenin anlatımına katkı sağlaması gerekir. Hikâyeden ayrı tek başına güzel olmaları başarılı bir çalışma değildir. Estetik olarak filmin önüne geçiyorsan, bu projeye zarar verir. Görüntü yönetmenin görevi güzel peyzajlar sergilemek, kartpostallar yaratmak değildir. Görevi, hikâye için doğru olan görüntüyü arayıp bulmaktır.”
Poetik anlayışınız çağdaşlarınızdan farklı bir konumdadır. Güncel şiirin imgeciliğinin aksine saf, sade söyleyişler ile halk şiiri öğelerini harmanlayarak kendinize özgün bir ses yaratmaktasınız. Anahtar Konuştu da bu poetik anlayışın ürünü. Poetik anlayışınızın oluşmasındaki itki nedenler nelerdir?
Ben derdimi bölüşmek istiyorum. Fark budur bence. Şiiri kendime yazmıyorum. Şiirde poz vermek istemiyorum. Şiirde bu hali görmek beni oldukça rahatsız ediyor. İkinci olarak, imgecilik diyorsunuz. Buradaki sıkıntı şuradan kaynaklanıyor. İmge, demek istediğimizi oluşturduğu o güzel tesadüfle açmak içindir. Anlatmak istediğimize bulduğumuz dildir imge. Kapalılık imgenin kendi içindedir. Derdimize ortak olmak isteyen okuyucumuz bunu açabilmelidir. İkinci Yeni’nin önde gelen şairlerinden Cemal Süreya şöyle diyor. “Aslında şiir, dil içinde bir dildir ama kuşdili değildir.” Benim itirazım işte bu kuşdilinedir. Şiirde okuyucunun elinden tutmak istiyorsam, uzaklık değil yakınlık hatta aynılık peşindeysem (hemhâl olmak) poetik anlayışım, şiirin amaç, diğer bütün öğelerin ise araç olduğu bir anlayış olmak durumundadır. Ekşi Sözlük’te bir kullanıcının şiir ile ilgili şu yorumu ibret verici olsa gere: “Diğer edebi türlerden farkı yazarıyla okuyucu arasında en fazla mesafe olan tür olmasıdır.” Ben bu mesafeyi reddediyorum.
Anahtar Konuştu, kötülüğün sıradanlaşmasına karşı öfkenin, susmaya karşı konuşmanın, bireyin “nesneleşmesine” karşın “öznelliğini” yansıtan şiir dizesinden oluşmaktadır. Anlatımda kimi zaman fındık çalışanların sesi, kimi zaman yoksulluktan intihar eden insanların dramı, kimi zaman da cesedi kıyıya vurmuş çocukların sesi yükselir. Bu toplumsal panoramayı çizerken anlatıcı olarak gözlemci rolündesiniz. Gözlemlerken aynı zamanda da eleştiriyorsunuz. Sizin için sesler veya sözcükler yakılan bir ağıt, büyük bir özgürleşme midir?
Elbette öyledir. Öyle olmasa yaşamak imkansız olurdu. Kötü bir çağda yaşıyoruz. Belki de çağların en kötüsü. İnsan kendine bu kadar yabancılaşmamıştır. Yabancılık iyi bir ifade bile olabilir. İnsan kendinden koptu da diyebiliriz. İnsan kendinden ayrıldı. Bilerek yapılan bir şey değil bu. Küreselleşme bir dikta şeklinde yozluğun küreselleşmesine dönüştü. Çok hızlı bir hayat bu. Bir an bir duraksama olsa insan, ben neyim diye kendine soracak belki. Ama bu yaşam tarzı buna izin vermiyor. Salgın günleri aslında bunun için bir fırsattı. Bir ara çoğumuz ümitlendi de. Ancak bugüne baktığımızda değişen hiçbir şey yok. Bu da benim yukarıda söylediğimi yanlışlıyor. Bu yaşamak değil bir savrulma halidir. Can Yücel’in “yaşamayı yaşamak istiyorum” diye dile getirdiği işte budur. Yeni çağ insanı kendinden kopardı. Dünya dönerken insana değen bir şey olmuyor. Serada yetişen bitkiler gibiyiz ya da sürekli gün ışığı verilerek büyütülen civcivler. Bir an önce büyüyüp ölmeliyiz. Bütün mesele işte bu.
“Anahtar” imgesine gelirsek, bunu başka konuşmalarımızda da duydum, “susmaya karşı konuşmanın” savunulduğu bir ifade değil aslında. O da var ama asıl ifade edilmek istenen “çok konuşmaya, anlamsız konuşmaya, konuşmak için konuşmaya, hamaset için konuşmaya” gibi “boş konuşmalara” itirazdır. Ortada bir ateş var, bunu görebiliyoruz. Bir tarafta boyuna bir ateş hali var. Sonra ne var? Tak tak tak… Örs sesleri. Sadece ses için bir ses ama. Bir uğultu. Kaos. Bir de demir var. Kapıya ucunu sokup kanırta kanırta açmaya çalışıyoruz kapıyı. Gücümüzü bu kaba uğraşta yok ediyoruz. Kırıyoruz, kırılıyoruz. Oysa bütün bunlarla bir anahtar elde edebiliriz. Birbirimizi gerçekten anlamak istiyorsak; güzeli, doğruyu, hakkı savunmak istiyorsak bize sadece ve sadece anahtar gerekiyor diyorum. Diğer yöntemler de apaçık istediğinin bu olduğunu gördüğümüz faşizme hizmet eder diyorum. Bahsettiğim anahtar işte bu. Ve şiir, sözün demir halinden geçip yana dövüle anahtar haline gelmesi değil midir?
Anahtar Konuştu, sade dil ile kurulan bağdaştırmalarla, mısra başı kafiye düzlemi ve mısra içi yinelemelerle, halk şiiri öğeleri ve aşık şiir geleneğinden izler barındırır. Anlatımın sadeliğinde Bedri Rahmi’nin etkisi görülürken, kullandığınız yalın söyleyişler ile Orhan Veli’nin etkisi görülür. Şiirinizi oluşturan temel nedir?
Şiir, şöyle şöyle yazayım dediğim bir şey değil açıkçası. Yani bir çatısı yok. Demek istediğim usumda karar verdiğim bir şey değil bu. Şiir nasıl istiyorsa öyle yazdırıyor kendini. Bu böyle net bir şey mi? Değil elbette. Peki bunu nereden anlıyorum? Şiirin yazdırdığı ile benim yazdığımı sonradan görebiliyorum. “çile”yi bir an önce bitirmek isteğinden olsa gerek bazen şiiri beklemeden yazdığım oluyor demek ki.
Orhan Veli’yi yeterince anladığımı düşünüyorum. Onun ve Oktay Rıfat’ın, Melih Cevdet’in şiirlerini okumayı seviyorum. Ama daha çok Garip manifestosunda dile getirdikleri benim için çok değerli. “beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkanlar aramak” istekleri, “şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek” istekleri bugün de ihtiyacını duyduğumuz bir manifestodur diye düşünüyorum.
Tam da burada şunu söylemek isterim. Bugün şiirde yaptığımız şu. Bir şiir yazıp onu şiir nehrine atmak. Şiirlerimiz o nehirde sürüklenmekte. Oysa şunu yapmamız gerekiyor. Akıntının önünde ayağa kalkıp ben bunu yazıyorum demek. Gövdeni ortaya koyup o sürüklenme haline meydan okumak. Bence şiirimizin en çok buna ihtiyacı var. Manifestoya, manifestolara..
Bedri Rahmi ise bambaşka tabii. “Şiir damarımız” örtüşüyor. Issız bir adaya düşsem yanımda getireceğim üç kitaptan ikincisi onundur diyorum. Okudukça daha derinlere, sevdiğim derinlere, indiğim bir şiir onunki.
“Biz ölen ağaçları yontup
Gemilerimize direk yaparız
Bizim canlarımızı alan acep onlarla ne yapar?”
Sonra,
“Yalnızlık dediğin büyük bir zindan
Dünyanın en kalabalık zindanı.”
Sözcükler nasıl da kendiliğinden dizelere oturmuşlar değil mi? Şiirin öznesi nasıl da diri. Soluk alıp veriyor işte. Yaşıyor… Yaşayacak.
Üç kitap demiştiniz diğerleri hangileridir?
Birincisi Yunus Emre’dir. Üçüncüsünü ise hâlâ düşünüyorum.
Anahtar Konuştu, dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, içinde yaşadığınız toplumun panoramasını çizerken; ikinci bölümde, insanın insan üzerindeki etkisini bir yolculuğa benzeterek; üçüncü bölümde; yoğun duygusal etkileşimlerin birey üzerindeki güdümleyici yapısını aktarırken; dördüncü bölümde ise anlamı sekteye uğratılan ideolojilere karşı sesiniz yükselmektedir. Şiir, sizin için tüm bu sistemlerin karşısında üretilen karmaşık bir etkileşim midir?
Şiir yaşantının tamamıyla kendisidir. Dört bölüm yine başta da dediğim gibi kitaplaşma sırasında düşündüğümüz bir şey. Şiir elbette ki bütün sistemlerin karşısında üretilendir. Şiir tarafım ve öbür tarafım diye bir şey yok benim. Şiirde ne isem dışında da oyum. Şu an şiir tarafımla söyleşmiyorsunuz yani. J İçi de dışı da yaşantıma dahil. İçi de dışı da şiire dahil.
Sabah iş. Öğlen yemek ve dinlenme vakti. Sonra yine iş. İş çıkışı ev. Yemek. Çay saati. Eşimle ve çocuklarımla vakit. Okuma. Şiir. Kapanış. Şiirin günlük akıştaki yeri bu değil işte. Zamansız. Bir bakmışım trafik lambasında göz kırpıyor bana. Ya da parkta, maddi sıkıntı içinde olan bir baba, çocuğunu akülü arabaya bindirmek için uzattığı ‘beş lira’da imdadıma yetişiyor. Tanıklığımı ve aslında sanıklığımı kayda geçiriyorum. Hani o vicdan azabının etkisiyle gidip karakola teslim olup ifade vermek gibi bir şey. Yaşamımı sürdürmek istiyorsam bunu yapmak zorundayım. İşte bu.