Devlet, sürekliliği olan hizmet ve yönetim organizasyonudur. Yapısı çok kolay değişmez gibi görünse de karar vericilerin uygulamalardaki müdahaleleri yapıyı olumlu veya olumsuz şekilde etkiler.
Toplumun adalete olan güvensizliği, kötü yönetimin en önemli sonucudur. Bizim devlet yönetimimizde de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle meclis yetkileri azaltılarak güçlü başkanlığa geçildi. Bu şekilde bir merkezileşmenin demokrasinin önünde ne kadar büyük bir engel oluşturduğunu yaşayarak gördük.
Parlamenter sistemin güçlendirilmesi ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasının hizmetlere olumlu yansıyacağı biliyoruz. Ülkenin ortak aklı; yerelde karar vericilerin düşünce ve yetki olarak yönetime katılmaları ile oluşabilir. Ancak bu şekilde katılım ve denetim mekanizmalarını sürekli hale getirebiliriz.
Ancak merkezi bir sisteme karşı denetim unsurlarının oluşması sadece yerel yönetimlerden geçmez. Ülkenin tüm kurumlarının güçlü ve bağımsız olması gerekir.Hele ki üniversiteler bilimin geliştirildiği, mesleklerin edinildiği kurumlardır. Ülke yönetimini oluşturan kadrolar, eğitimlerini ve sosyal formasyonlarını üniversitelerden alırlar. Eğer ülkenin yönetimi üniversitelerin kadrolarını belirlerse, o üniversitelerden eğitim alanlar bu ülkenin geleceğini belirleyemez.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve öğretim üyelerini bize demokratik bir sistemde temsil mekanizmasının ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Atama, daha çok bürokraside uygulanan bir yöntemdir. Onun da kuralları vardır. Eğitim, deneyim, başarı ve liyakat dikkate alınarak yapılması gerekir. Ancak bugün atama yöntemini en çok siyasette görüyoruz. Bürokrasideki atamaların da yine aynı siyasette olduğu gibi liyakatten çok taraftarlığa bakılarak yapıldığına şahit oluyoruz. Atamalarda liyakat önemli bir unsur olsa da Boğaziçi Üniversitesi Rektörünün göreve gelme şeklinde tartışılması gerekenin; rektörün kişisel özellikleri sebebi ile göreve layık görülüp görülmemesinden çok yöntemin “atama” usulü ile olması gerektiğini düşünüyorum.
Kamuoyunda atanan rektörün şahsının yetersizliği üzerinden yoğun bir tartışma yapılıyor. Peki, kişisel özelliklerinin Boğaziçi Üniversitesi’ne yakıştığını düşündüğümüz birisi Cumhurbaşkanı tarafından atansa bu bir sorun olmayacak mıydı? Demokratik özerk üniversite talebimizden vaz mı geçecektik?
Tartışılması gereken üniversitelerin özerkliği ve öğretim üyelerinin kendi yöneticilerini seçmelerinin ne kadar önemli olduğudur. Bireyin aktif katılımı, tercihlerini kullanmasının kendisine ve topluma katacağı değer düşünülmelidir. Her türlü görev için toplumsal gelişmeye katkı sağlayacak yöntemleri konuşmalıyız. Atamaların bireyleri toplumun bir parçası olmaktan çıkardığını, kamusal düşünceden uzaklaştırdığını, insan kalitesini düşürdüğünü, liyakati yok saydığını ve iktidarı kontrolsüzlüğe ittiğini biliyoruz.
Bu yüzden otoriterleşme arttıkça da yönetimlerle halk arasındaki bağ uzaklaşarak kopuyor. Mesafenin açılması katılımı ortadan kaldırdı. Siyasete ilgi azaldı, ilgilenenler de taraftara dönüştü. Bir taraftan da insanlar, “kendini yönetecekleri seçme hakkı” için yüzlerce yıldır mücadele veriyor. Üzücü olan bizim geldiğimiz noktada haklarımızı kaybediyor oluşumuz. Demokrasi vaatleri havada uçmaya devam ederken dünyada ve Türkiye’de otoriterleşme artıyor.
Yurttaşlar olarak yöneticilerimizi seçme hakkımızı sonuna kadar kullanmanın mücadelesini vermeli ve bu mücadeleyi öncelikli bir konuma taşımalıyız. Gelecekte çok daha büyük sorunlarla karşılaşacağız. İçinde bulunduğumuz yerelden ve kurumlardan başlamak üzere temsil mekanizmalarının denetlenebilecek bir şekilde oluşması, bu temsil görevlerinin bir meslek haline gelmemesi, dinamik ve tabandan güç alarak oluşmasının yöntemlerini bulmalı ve zorlamalıyız. Samimiyetin ölçüsü; her yapının kendi içinde seçme ve seçilme hakkının nasıl kullanılacağının biliniyor ve kamuoyuyla paylaşılıyor olmasından geçer.
Atananlardan kurtulmak için önce atama sisteminden kurtulmalıyız.