Neymiş efendim; 104 emekli amiral darbe yapacakmış…
Tarihte eşi-benzeri görülmemiş bir iddia; hem emekli hem denizci hem de darbeci!
Tabii ki de suyu boşuna bulandırmıyorlar; kısa zaman içinde “darbe” gerekçesiyle büyük gözaltı operasyonları başlayabilir!
Amaç; toplumsal muhalefete gözdağı vermek…
Oysa milletimiz ‘darbecileri’ çok iyi tanıyor.
Orta Asya’dan Selçuklu’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar yüzlerce yıllık toplumsal hafızamız bize yol gösteriyor, rehberlik ediyor; neyin darbe neyin kumpas olduğunu iyi biliyoruz!
Daha önce Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında yine böyle çığırtkanlıklar yapılarak TSK’ya “asimetrik savaş” ilan edilmiş, ordumuzun iskeleti çökertilmiş ve fetöcülerin önü açılmıştı.
Dilerim bir benzeri yaşanmaz. Çünkü bu kadar büyük ihaneti tarih bile kaldıramaz; kusar!
Şimdilik bekleyip göreceğiz…
Çoğu kez “asker millet” olmakla övünürüz. Doğrudur, biz Türkler tarih boyunca sosyo-ekonomik gerekçelerle savaşçı bir millet olagelmişiz. Sürekli dış güçlere karşı, bazen de iç kargaşalarda, hep tetikte beklemişiz.
Her daim ‘su uyur, düşman uyumaz’ şiarıyla yaşıyoruz bu kutsal topraklarda…
Büyük bedeller ödemişiz, çileler çekmişiz.
Selçuklu ve Osmanlı’da daha çok saray entrikaları şeklinde görülen ve halkı çok ilgilendirmeyen ‘taht kavgaları’ o kadar kanlı bir hal almıştı ki, en sonunda önlem için ‘yılanın başı küçükken ezilir’ düsturuyla fetva verilip “kardeş katli” din kılıfına sokularak meşru kılınmıştı; darbeyle mücadele için…
Lakin kalkışmalar sadece saray efradından kaynaklanmıyor, ahali de büyük tehdit oluşturuyordu. Özellikle yeniçerileri kontrolüne alan kesimler ‘kazan kaldırma’ deyimiyle somutlaşan ayaklanmaları sık sık tekrarlıyordu. Ve öte yandan darbeci zihniyet ve darbeyle mücadelede izlenen yöntemler/politikalar o kadar vahim boyutlara ulaşmıştı ki; oluk oluk kanın akması ve devletin giderek zayıflaması kaçınılmaz olmuştu.
Kimler darbe yapmaya kalkışmadı ki; harem dairesinden, sadrazamlara; şeyhülislamlardan esnafa kadar, hatta hamam tellakı olan Patrona Halil’den Kabakçı Mustafa’ya kadar darbeler örgütlendi ve girişilen bu darbelerin/ayaklanmaların çoğu da başarılı oldu.
Hele Kadızadeler… İstanbul’un camilerini ele geçirip, cemaati sürekli kışkırtarak çıkardıkları ayaklanmalarla ünlüydüler.
Velhasıl…
Nice sultanların nice sadrazamların nice komutanların kellesi gitti.
Bazen durum o kadar ürkütücü olmuştu ki; padişah ve saray kadrosu yönetme gücünü tamamen sokağın inisiyatifine terk ederek canını zor kurtarabilmişti. Şimdiki adı Sultanahmet olan, At Meydanı’ndan galip çıkanlar padişaha/saraya istediğini dayatıyordu. Devletin ve milletin enerjisi tamamen iç çekişmelere harcanırken; toprak kayıpları, ekonomik bunalımlar ve geri kalmışlık sağlıklı devlet yönetimini imkânsız kılmaktaydı.
Tarihimizin en kudretli padişahları arasında gösterilen II. Abdülhamit’in bile darbe korkusundan paranoya derecesinde saplantıları oluşmuştu. Neredeyse herkesten ve her gelişmeden şüphelenen Sultan Abdülhamit, özel bir ‘hafiye’ teşkilatı kurarak, devletin tüm gücünü koltuğunu korumak için harcamıştı. Korkusundan, dönemin en büyük donanmalarından olan deniz filosunu Haliç’e zincirletmiş, ordu içinde baş gösteren siyasal çekişmeler nedeniyle tek kurşun sıkılmadan Balkanların kaybedilmesine neden olmuştu.
Uzun süren saltanatı boyunca aslı astarı olmayan ‘korku atakları’ yüzünden iç ve dış odakların elinde oyuncak olmuş, imparatorluk onun yönetimi altında en çok toprak kaybedilen dönemlerden birini yaşamıştır.
Özellikle Abdülhamit’in örtülü olarak desteklediği 31 Mart Ayaklanması’nın faturası çok ağır olmuş, başkent İstanbul günlerce darbecilerin vahşetini yaşamıştır. Meclis basılmış, hükümet istifa ettirilmiş, bakan ve mebuslar başta olmak üzere subay ve askerler vahşice katledilmişti. Darbenin bastırılması, Selanik’ten yola çıkan Harekât Ordusu’nun İstanbul sokaklarında isyancı askerler ve softa takımıyla uzun süren çatışmalar sonunda ancak mümkün olabilmişti.
31 Mart Vaka’sını asıl önemli kılan ise etkisini günümüze kadar devam ettiren ‘ilerici-gerici’ çatışmasının ilk olayı olmasıdır ve aradan geçen yaklaşık 110 yıla rağmen bu çatışmanın aralıklarla devam etmesidir.
Son kertede Cumhuriyet’in ilanıyla beraber, darbe tehdidinin ordu-siyaset ve din-siyaset ayrışmasıyla kesin olarak sona ermesiydi.
Ta ki 1952 yılında NATO’ya girene kadar. Bu tarihten itibaren başta ekonomi ve siyasetimizin ABD kontrolünde kalması amacıyla ‘müdahaleler’ gerekli görülmüş ve günümüze kadar yapılmış tüm açık-gizli darbelerin arkasında Pentagon’un parmağı olduğu ortaya çıkmıştır.
Özetleyecek olursak;
27 Mayıs 1960 darbesi; Başbakan Menderes’in Rusya’ya yaklaşmasının faturasıydı.
12 Mart 1971 muhtırası; anti-emperyalist gençlik hareketlerini önlemek ve haşhaş politikasının ceremesiydi.
12 Eylül 1980 darbesi; sol güçler ve CHP’nin önlenemez yükselişini durdurmak ve eli sopalı kapitalizmi güçlendirmek içindi.
28 Şubat 1997 muhtırası; Erbakan’ın batı karşıtı siyasetiydi.
15 Temmuz 2016 kalkışması; Fetöcü imamların ülkeyi işgal girişimiydi.
Bu darbelerin hepsini planlayan ve uygulayan gücün arkasında ABD emperyalizmi vardı. Sadece Türkiye’deki darbelerin değil, Amerika kıtası başta olmak üzere Asya ve Afrika’da yapılan bütün darbelerin de arkasında CİA vardır.
Ve bundan sonra yapılacak tüm darbe girişimlerinin altından yine ABD’nin çıkacağından hiç kuşkunuz olmasın!
Tarihin bize öğrettiği gerçek şudur; darbeler halka büyük zararlar vermiş, çağdaş ve demokratik sistemleri yok etmiştir. Belleklerde silinmeyen acılar bırakmıştır.
Ve son söz; ülkemiz ne zaman zayıflamışsa o dönemde darbeler hortlamıştır.
Dolaysıyla toplumun refah seviyesi artar ve kişilerin cebi para görürse, mutlu insanların yaşadığı bir ülkede kimse darbe yapmaya kalkışamaz.
Aç ve yoksul insanların demokrasi diye bir derdi olmayacağından, darbeler başta olmak üzere her türlü musibetin yaşanması kaçınılmaz olur.
Unutmayın…
Demokrasi; zengin, gelişmiş ve memnun bireylerin rejimidir.
Gerisi palavradır!