‘Laiklik dinsizliktir, Müslüman’ın anayasası şeriattır’ klişe sözünü çok iyi biliriz. Demokrasilerde düşünce söyleme hakkın vardır, elbette şeriat da isteyebilirsin!..
Peki… “Şeriat düzeni ile yönetilen bir ülkede ‘ben laiklik istiyorum’ diyebilir misin?” Diyemezsin güzel kardeşim. Bırak böylesi bir düşünceye saygı göstermelerini, canını bile kurtaramazsın!… ‘Hayır, öyle şey olmaz’ diyecek bir babayiğit var mı? Varsa eğer; ya cahildir ya da kandırıyordur sizi!
Bir soru daha; laik sistem yıkıldığında inanç-ibadet özgürlüğü olur mu? Cevabı belli; olmaz/olamaz! Laiklik yıkıldığında, rejimi ele geçirecek “tek din/tek mezhep/tek tarikat” dışında hiç kimsenin, hiçbir özgürlüğü olamaz. Çünkü iktidarı ele geçiren ‘dinci’ ideoloji hemen diktatörlüğünü kurar ve kendisinden olmayanlara baskı-zulüm kaçınılmaz olur.
Tarihin tozlu sayfalarına bakarsanız, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Türkiye’nin nasıl bir ‘dinci tehditle’ karşı karşıya olduğunu tam analiz edip, enikonu anlamak gerek.
Laikliğe saldıranların gerçek amacı “dinci faşizan” bir düzen kurup, ülkeyi yaşanmaz hale getirmektir. Bakın Ortadoğu coğrafyasına; ne bitmez dertlerin yaşandığını görecek ve iyi-kötü nefes alacak kadar barış içinde olmamızın biricik dayanağının “Laik Cumhuriyet” olduğunu daha iyi kavrayacaksınız.
Peki, laiklik nedir ve neden gereklidir?
Herkesin şunu bilmesi gerekir; laiklik bir ideoloji değildir, laiklik bir felsefe değildir, laiklik bir din ya da dinsizlik değildir.
Laiklik; hiç kimsenin bir toplumu ‘tanrı adına’ yönetemeyeceği tezinden hareketle, herkesin inanç-ibadet özgürlüğünü garanti altına alan çağdaş hukuksal bir düzenlemedir. Devletin, her inanca eşit mesafede durması ve yönetim işlerine hiçbir dinin burnunu sokmaması demektir.
Hukuki açıdan, bir toplumda yaşayan herkesi ilgilendiren şeyler kamusaldır. Bir kişiyi ya da birkaç kişiyi ilgilendiren her şey ise özeldir. Dini inanç herkesi ilgilendiren bir şey olamaz. Çünkü toplumlar faklı dinler, farklı mezhepler, farklı tarikatlar ve inançsız bireylerden oluşur. Dolaysıyla bireyin özel alanına hitap eden dini inancı, başkalarını ilgilendirmediğinden kamusal bir yönü olamaz. Laik devletin temel görevi kamusal hizmet olduğundan, din konusunda ancak –inansın ya da inanmasın- “birey ve grupların özgürlüklerini” koruyuculuk mecburiyeti vardır. Bütün kişi ve grupları birleştirici görevi olan, hiçbir kesime ayrıcalık tanımayan laik devlet, bu sayede dışlama, baskı ve şiddetin önüne geçerek bütün özgürlüklerin garantisi olur.
Aynı zamanda laiklik, huzurun ve gönencin ‘toplumsal denge’ mekanizmasıdır.
Ender bilinen bir konu da “Fransız Laikliği” ile “ABD Sekülerliği”nin karıştırılması sonucunda ortaya çıkan ‘körleme’ yorumlardır. Fransa kökenli laiklik; halkın ve burjuvazinin ‘kilise ve aristokrasiye karşı’ vermiş olduğu savaşın sonucunda ortaya çıktığından “sert ve kararlı” bir karaktere sahiptir. ABD Sekülerliği ise halkın kilise ile birleşip ‘sömürgeci devlet otoritesine karşı’ verdiği mücadeleyle şekillendiğinden “daha yumuşak” bir yapı arz eder. Kısaca laiklik, dinin hareket alanını kırmızıçizgiyle kesin şekilde sınırlarken; sekülerist anlayışta bu alanlar girift-flu biçimde ortaya çıkabilmektedir.
Günümüzde Müslüman olmayan ülkelerin tamamına yakını laik/seküler bir sistemle yönetilirken, Müslüman devletler arasında sadece Türkiye laik sistemle yönetilmektedir.
Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu nokta ise 150 yıllık bir çağdaşlaşma/modernleşme serüveninin sonucudur. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyetin ilanı gibi büyük mücadele birikimleriyle, bedeller ödeyerek edindiğimiz bir kazanımdır. Hatta III. Ahmet’ten III.Selim’e, II.Mahmut’tan Abdülmecit’e kadar softa ve yobaz takımına rağmen asırlardır verilen çabanın ürünüdür.
Ve bu topraklarda, her yenileşme/değişme/gelişme girişiminin makûs talihi olan “din elden gidiyor” velvelesiyle boğuşarak-dövüşerek başarılı olmak ‘takdire şayan’ ayrı bir mahareti içermektedir.
Dikkat edilmesi gereken başka bir konu ise; ‘Osmanlı hiçbir şey yapmadı, her şey Cumhuriyet Devrimiyle başladı’ yanılgısıdır. Unutmamalı ki; Cumhuriyetle ortaya çıkan birçok devrimin kökleri Osmanlıya uzanır. Saltanat ve halifeliğin lağv edilmesinden tutun da laiklik ve harf devrimine, kılık-kıyafet kanunundan Parlamenter sistemin kurulmasına kadar birçok yenileşmenin tartışılması ve kısmen uygulanması; “Devlet-i Aliyye nasıl kurtulur” problemi üzerine imparatorluk merkezlerinde hep tartışa gelmiş düşüncelerin ürünüdür. Hatta bu önerilerin birçoğu Dolmabahçe Saray’ına kadar uzanmış ve bazı ‘radikal yenilikler’ hanedanlar tarafından gönüllü/gönülsüz desteklenmiştir. Belli ki; tarihsel-toplumsal değişimin zoraki seçeneğiydi bu yenilikler. Lakin yazının konusu olmadığından fazla detaya girmeyeceğim. Fakat Türk Aydınlanması ve Devrimini gerçekleştiren ‘kadro’ Osmanlı yetiştirmesiydi.
Öte yandan, Atatürk’ün yaptığı devrim sadece ‘kaçınılmaz olan’ süreci hızlandırdı. Belki asırlar alırdı ama nihayetinde Türk halkının geleceği nokta akıl ve bilimin emri; laik hukuk sistemi olurdu.
Bu öngörüyü ne yazık ki Arap ülkeleri için söyleyemem. Çünkü Arap toplumlarının tarihi, dili, dini, örf-adetleri, gelenek-görenekleri, sanatı, hukuku, ekonomisi, siyaseti; toplamda İslam dinidir. Dolaysıyla Arap Coğrafyasının ‘dinden ayrışarak’ çağdaş-demokratik toplum yapısına geçmesi öngörülür gelecekte pek mümkün değildir. Fakat Türkler için İslam sadece bir din olduğundan, hayatın inanç-ibadet bölümüyle sınırlı kalmakta ve ortaya çıkan bu serbestiyetlik alanı laik-demokratik bir yapının oluşmasına/gelişmesine izin verebilmektedir.
Kısacası; Türk kültürü ile Arap kültürü uzak ve uzlaşmaz yönleriyle demokrasiyi içselleştirme kapasiteleri çok farklıdır.
Dolaysıyla bu iki ayrı kültürü, Türk-İslam senteziyle yoğurup ortaklaştırmaya kalkışmak büyük bir yanılgıdır. Bu sürecin varacağı nokta benliğini yitirmiş ‘melez’ bir kültürdür. Son yıllarda toplumsal değişimde yaşanan/gözlenen somut izlenimlerden hareketle söylüyorum; bu girişimin adı “Türkleri Araplaştırma Projesi”dir.
Bu aşamada inanç boyutunda sosyal bir gerçeğin altını ısrarla çizmek gerekir ki; bütün toplumlarda var olan olgusallık, aynı dinin faklı uygulamaları şeklinde ortaya çıkmasıdır. Hiçbir zaman toplumlarda ‘tek tip din’ gözlenmez. Demek o ki; Norveç’in Hıristiyanlık algısı ile İtalya’nın Hıristiyanlık algısı farklıdır. Ya da İran’ın İslam anlayışı ile Irak’ın İslam anlayışı bir değildir. Hatta aynı ülke içinde farklılıkların olması çok doğaldır.
Nihayetinde Anadolu Müslümanlığını yozlaştırarak, yerine “Arap Müslümanlığı”nı zorla halka giydirmek pek mümkün değildir. Uzun zamandır ABD-Suud ortak petrol şirketi ARAMCO’nun desteğiyle faaliyetlerini yürüten Rabıta’nın, özellikle Türkiye’deki siyasal İslamcılar yardımıyla yürüttüğü kültürel asimilasyon faaliyetlerinin ‘Vahabi-Selefi bir toplum’ yapılanmasını hedeflediği bilinmektedir. 12 Eylül faşist darbesinin özellikle yol verdiği bu “mezhep misyonerliği”nin sosyo-ekonomik bünyemizde açtığı tahribatlar ve dengesizlikler ortadadır. Bu bağlamda, Araplaşmanın Türkiye ayağını oluşturan siyasal İslamcıların emperyalistlerle alenen işbirliği içinde oldukları söylenebilir.
Emperyalizmin ve Arap milliyetçiliğinin bu şekilde ülkemizi açıkça hedef almasının biricik nedeni ise; güçlü ve çağdaş bir Türkiye’nin asla istenmiyor olmasıdır.
Çünkü laik-demokratik Türkiye demek;
- Akıl, bilim ve teknoloji demek
- Felsefe, sanat ve spor demek
- Üretim ve zenginlik demek
- Huzur ve mutluluk demek
- Eşitlik ve özgürlük demek
- Barış ve kardeşlik demek
Şeriat ise tam bunların zıddını barındırmaktadır! Bangladeş’ten, Fas’a kadar İslam dünyasının içine düştüğü sersefil hayatın başka açıklaması var mı? 50’den fazla Müslüman ülkenin her biri kendince bir “şeriat” düzeni kurmuş ve toplumu yönetmeye çalışıyor. Ve aynı zamanda birbirlerini düşman gören ‘kırk çeşit’ İslam anlayışı ve uygulaması ortaya çıkmış, çağdışılık ve kaos bu ülkelerin kaçınılmaz kaderi olmuştur.
Bunun yegâne istisnası Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Laik ve demokratik yapısıyla diğer Müslüman ülkelerden en az 100 yıl ileridedir.
Atatürk’e ve Cumhuriyet’e şükran borcumuz var.