ULUSAL BİLİNÇ VE ARAPLAŞMA ÜZERİNE: TÜRKOARAP MİLLETİ!

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Ulusal bilinç, ulus sözcüğünden türetilmiş bir kavramdır. Ulus; dil, toprak, duygu, kültür ve ekonomik yaşayış bakımından ortak tarihsel birlikteliğin ürettiği insan topluluğudur. Ulusal bilinç ise “ulusun bir parçası ve ona bağlı olma bilgisiyle oluşan farkındalığa” denir. Tarihsel süreçte 1789 Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ve ulus devletlerin kurulmasıyla, vatandaş olan bireye “ait olduğu ulusun çıkarlarını koruma” görev ve güdüsü yükleyen bir kavramdır.

Siyaset felsefesinde en çok tartışılan konular arasında “Egemenliğin kaynağı nedir?” problemi gelir. Özellikle yöneten-yönetilen arasında süregelen ‘iktidar olma’ mücadelesi, meşruluk kaynağı açısından iki ayrı temele dayanmaktadır. Bunlardan birincisi din, ikincisi ise halktır. Dine dayalı iktidar tipinde, “tanrı adına” yönetime sahip olma söz konusuyken; halka dayanan iktidar tipinde ise egemenliğin tek kaynağı cumhurdur. Ve kısaca belirtmek gerekirse; demokrasi tarihi açısından süreç; ümmetten-uluslaşmaya, kulluktan-vatandaşlığa doğru ilerlemektedir.

Türkiye açısından konuyu ele aldığımızda, ‘uluslaşma süreci’nin yaklaşık yüz yıllık gecikmeyle ve şartların dayatmasıyla gündemimize girdiğini söyleyebiliriz. İmparatorluğun kaçınılmaz sonunu gören bir avuç aydının ‘nasıl kurtuluruz’ arayışlarından farklı bir çözüm olarak ortaya çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna esin kaynağı olan uluslaşma ideolojisi, çağdaş-modern bir toplum projesi olarak kurtuluş reçetesini bizlere sunmuştur. Atatürk’ün daha 1919 yılında dile getirdiği ve toplumun geleceğinin ‘milletin azim ve kararına’ bağlı olduğunu söylemesi, egemenliğin halka dayanacağını ve ulus devletin kurulacağına işaret ediyordu.

Turko Arap edited

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ve “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” ilkesinin kabulü, aynı zamanda ümmet toplumundan millet toplumuna da geçtiğimizi ilan ediyordu. Artık toplumu oluşturan bireyler kulluktan sıyrılmış, vatandaş olmuşlardı.Sırf bu nedenle kişiye ‘vatanın ortağı’ anlamına gelen ‘vatandaş’ adı verilmişti. Her birey, toprağın ve devletin ortağı olunca ‘biz’ duygusuna erişip, kendini ulusun bir parçası saymıştır. Her pay sahibi ortak gibi birey de yaşadığı topluma ve topraklara ‘ait olma’ bağıyla, görevler ve sorumluluklar yüklenmiştir.

‘Ulusal bilinç’ bireye; kendisi, çevresi, ülkesi ve dünya hakkında bilgili ve taraf olma sorumluluğu yükler. Kendinin olan ‘egemenlik hakkı’nı devretmede, denetlemede, değiştirmede ve verimli kılmada hâkim/hakem olma yeterliliğini taşıyacak niteliklere de sahip olmasını gerekli kılar.

Ayrıca ulusal bilincin gelişmesi ve oturması için tam bağımsız bir ülkeye, bağımsız bir siyasal sisteme ve partilere; bağımsız bir ekonomiye, bağımsız bir hukuk sistemine, akılcı ve gerçekçi bir eğitim anlayışına ve yozlaşmamış bir kültürel iklime ihtiyaç vardır.

Bu koşullar altında yetişmiş, ulus bilincine sahip bireylerden ise şu davranışlar beklenir:

  • Her türlü toplumsal soruna karşı ilgili ve duyarlı olmak,
  • Siyasal yapıları-kurumları yakından takip etmek ve siyasal haklarına sahip çıkmak,
  • Gerçeklere ulaşabilecek analitik ve sentezci bir düşünce yapısına sahip olmak,
  • Yöneticileri denetleyebilmek, sorumluluk taşıyabilmek ve kamu adına hesap sorabilmek,
  • Görev ve sorumluluklarını tam olarak yerine getirebilmek.

Atatürk’ün Bursa Nutku’nda işaret ettiği üzere; bilinç düzeyi yüksek, sorgulayabilen ve kendini sorumlu tutan kişi ancak ulusal bilinci özümsemiş sayılabilir. Aksi takdirde bilgisiz, sorumsuz, neme lazımcı ve duyarsız bir kişilik ancak ‘sürünün içindeki koyun’ olabilir. “Tarihe göz atacak olursak, ulusun egemenliğini yavaş yavaş kaybetmiş olduğunu görürüz. Fakat düşününüz! Ulusun her bireyi, düşünür ve duyarlı bir tarzda yetiştirilmiş olsaydı, muhakkak bu hale gelmeyecekti” (M. K. Atatürk) sözü de toplumlar açısından ulusal bilincin yaşamsal önemini ortaya koymaktadır.

Geldiğimiz noktada ise ‘ne kadar’ uluslaşabildiğimiz sorunsalı üzerinde düşünmek gerekiyor.

Aradan geçen 100 yıla rağmen ulus olmayı başarabildik mi?

Yoksa başladığımız noktaya geri mi döndük?

Asıl kırılma, 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle başlayıp, siyasal İslamcı AKP’nin 2002’de ‘milli devlet’in yönetim koltuğuna oturmasıyla zirve yaptı.

Net şekilde ifade etmek gerekirse; ulus ile ümmet arasına sıkışmış bir ülke konumundayız. Hatta AKP iktidarının son 20 yılda izlediği ümmetçi ve örtük panislamist politikalar toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet ettiğinden, tamamen rotasını şaşırmış bir kafa karışıklığı içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Gazze için ağlarken; ümmet, Karabağ için kaygılanırken; millet oluyoruz. Bu şaşkınlık o kadar ileri bir boyutta yaşanıyor ki ‘Türk milliyetçisi’ olduğunu iddia eden başta MHP ve Ülkü Ocakları olmak üzere birçok kurum “melez millet” söyleminde buluşmuş gibi görünüyor.

Bunu açıkça ifade etmeseler de onların ulusal bilinçten anladığı amorf bir millet anlayışını ifade eden “Türkoarap” kavramıyla daha iyi açıklanabilir. Özellikle “Türk İslam” senteziyle hayatımıza giren, 12 Eylül darbesiyle ülkemize yerleşen ve bir ABD-Arap ortak yapımı olan bu projenin temel destekleyicilerinden birisinin de ‘fikrimiz iktidarda’ diyen Alparslan Türkeş olması dikkate değer bir durumdur. Türkeş’in daha önce Türkçülerin simgesi olan “Tanrı Dağı”nın yanına, İslamiyet’in simgesi “Hira Dağı”ekleyerek ‘Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ sloganını ve “Tanrı Türk’ü korusun” pankartının yerine ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ındır’ mottosunu icat etmesiyle, özellikle milliyetçi tabanda kitlesel bilinç bulanıklığına yol açtığı iddiaları daima dile getirilmiş bir söylemdir. Devamında; Türkeş’in etkisiyle benzeri İslami simgelerin MHP ve Ülkü Ocakları içinde yaygınlaştığı, Türkçü ideolojinin giderek evrimleştiği ve ABD’nin talepleri doğrultusunda ‘komünizm karşıtı’ Türk-İslam çizgisinde “Araplaşma” sürecine hizmet eden bir aygıta dönüştüğünü de söyleyebiliriz.

Hatta bu süreç o kadar aleni bir hal almıştır ki günümüz MHP tabanında ‘Türkçe’ yerine ‘Arapça’ dil tercih edilir duruma gelmiştir. Örneğin; Arapça ezanı katıksız savunurlarken, namazda Türkçe ayet okunmasına karşıdırlar. Günlük yaşamlarında Arapça kelimeleri bilinçsizce kutsayıp Türkçe kelimelerden uzaklaşırlarken, günlük iletişimlerinde genellikle Arapça-Farsça sözcükleri tercih ediyorlar. Bu paradoksu, Türkeş’e karşı kaybettiği kongre sonrasında veciz bir sözle dile getiren Türkçü-Turancı ideologlardan Nihal Atsız şöyle ifade ediyordu; “MHP’de Allah, Tanrıyı kovdu!”

Öte yandan milliyetçilerin, Türk tarihinden çok Arap tarihine ilgi duymaları ve bilhassa Arapların Türklere karşı yapmış olduğu “Talkan ve Curcan Katliamları”nı bilmezden-görmezden gelmeleri artık kimseyi şaşırtmıyor!

Ayrıca Orta Asya’daki Türk yaşamını yok saymaları; Şamanizm inancını, kımız kültürünü, kadının toplumsal rolünü yadsıyarak ‘Arabi’ hayatı öne çıkardıkları gözleniyor.  

“Yurtta barış, dünyada barış” yerine, Arap yayılmacılığının simgesi olan ‘fetih’ kültürünü daha çok benimsiyorlar.

Laik yaşamdan çok, dini kurallara dayalı yaşam biçimini genellikle tercih ediyorlar.  

Uluslaşmayı İslam dışı gören tarikatlara hoşgörüyle yaklaşıyorlar.

Arap harflerinin kutsallığına inandıklarından, aralarında ‘harf devrimine’ şüpheyle bakanlar bile var.   

Türkler açısından ilk milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni savunmak yerine, bir ümmet devleti olan Osmanlıya hayranlık besliyorlar…

Milliyetçiler ile dincilerin geçişkenliğini temsil eden yapıysa;  BBP ve Nizam-ı Alem Ocaklarıdır. Onları kısaca, ülkücü ile ümmetçi arası bir form olarak tanımlayabiliriz.

Siyasal İslamcı AKP ve onun çekirdek tabanı olan tarikatlar/cemaatler daha da beter; Türk kimliğinden açıkça nefret ediyorlar. İktidar olmanın verdiği güçle ulusal kimliği yok etmek için alenen taarruza geçmiş durumdalar. Örnekleri saymakla bitmez, ama birkaçını hatırlatmakla yetinelim…

Turko Arap 1

Türk diye bir ırk yoktur.” (Prof. Yasin Aktay-AKP MYK Üyesi, 25-26. Dönem Milletvekili)

“Arap köklerimize dönmeliyiz.” (Mehmet Şimşek-AKP Milletvekili, Maliye Bakanı)

“Türkçe öldü…, Arapça konuşmalıyız…” (Nazif Yılmaz-MEB Bakan Yardımcısı)

Başka saymaya gerek var mı?

Kısacası devleti yönetenler eliyle, Atatürk’ün kurduğu ‘ulus’ toplumunu 70 yılda tekrar ‘ümmet’ toplumuna geri götürdük. Dahası en azından Osmanlı’da “Arap hayranlığı” yoktu, şimdilerde milliyetçisiyle-dincisiyle kökten Araplaşma sevdası depreşmiş durumda!..  

Sonuç…

Ulus bilinci; Osmanlı Devleti’nin son döneminde doğmuş, İstiklal mücadelesini yürütmüş, Cumhuriyet ile birlikte hayat bulmuştu; 1950’den sonra işkenceyle öldürmüş olduk!

Şimdi, milliyetçi-dinci yeni bir toplum olduk; Türkoarap!…  

ULUSAL BİLİNÇ VE ARAPLAŞMA ÜZERİNE: TÜRKOARAP MİLLETİ!

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Giriş Yap

Vira Trabzon ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!