Şarkının müziği başlangıçta marş gibi başlar. Şarkıda güçlü bir etkileyicilik potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Giden gençlik elbette geri gelmeyecek, hepimiz bunun farkındayız! Ancak bu kadar açık söylenince ister istemez insanın gözünün önünden geçiyor gençliği. İşte o zaman biraz fena oluyor insan “Bu zamanı nasıl geçirdim veya nasıl kaçırdım?” diye!
Doğduğumuza nasıl inanıyorsak bunun bir sonunun olduğuna da inanıyoruz. En azından tecrübeyle sabit… Gördük ve görmeye devam ediyoruz. Kısacası hepimiz bir gün toprak olacağımızı biliyoruz. Öyle değil mi? Annem bu şarkıyı dinlediğinde:
“İçinde üç şarkıyı barındıran ve değişken ritmin çok iyi bir şekilde kullanıldığı, nadide bir eserdir!” derdi. Ben de:
“Anne, bu bir şarkı! Nasıl bunu üç şarkı diye algıladın?” dediğimde:
“Şarkıya ve müziğe kendini teslim edersen ancak anlarsın ne dediğimi!” derdi.
Yazmaya karar verdiğimde Yıldırım Gürses ve Bülent Ersoy’dan defalarca sessiz bir yerde dinledim. İnanın annemin dediğine hak verdim. Şarkı, müziği ve sözleriyle içinde üç bölümden oluşuyormuş gibi geldi bana. Şarkıyı dikkatle dinlemek ve algılamak da zor işmiş! Şimdi anladım bunu!
Bu son dinlememden sonra bu şarkıya ‘Türk müziği mi denir yoksa Türk Sanat Müziği mi?’ denir, bilemedim. Ama şunu biliyorum; Türkiye’de çıkan en nadide parçalardan biri olduğudur. İçimden “Hiçbir zaman kıymeti tam anlamıyla bilinemedi bu eserin!” diye geçiriyorum. Yanlış da düşünüyor olabilirim. Siz ne dersiniz?
Sözleri ayrı, vokal performansı ayrı muhteşem bir yapıt bana göre. Dinlerken mevsimleri yaşar gibi gezersin yılların içinden kendini seyrederek. Bir de o değişken ritimleri yok mu? Seni, daldığın hayalden uyandırır, tekrar başka bir hayale daldırır! Böylece yaşadıklarını saniyeler içinde görür ve düşünürsün.
1960’larda rahmetli Yıldırım Gürses opera çalışmış, aynı zamanda iktisat da okumuş biridir. Ancak onun aklı fikri müzikte olan filinta gibi bir delikanlıdır. Sözleri ve bestesi kendine ait bu eser ona Hürriyet gazetesinin ‘Altın Mikrofon’ yarışmasında birincilik kazandırmış. Bu çıkışı onu geniş kitlelere tanıtmıştı. Müziği çok sevmesinden ötürü çok çalışıyor, üretken olmak istiyordu. Her akşam geç vakitlere kadar arkadaşlarıyla çalışıyordu.
Bu çalışmalardan birinden akşam geç vakit evine döndüğünde evin karşısında yaşlı bir adamın olduğunu ve orada oturduğunu görür. Bu görüntü günler, haftalar hiç değişmez. Uzaktan göz göze gelirler, her ikisi de başlarıyla hiç konuşmadan birbirlerine selam verirlerdi.
Yine bu günlerden bir gün üstat geç vakit evine gelmiştir. Artık mevsim kışa dönmüş, hava soğumuştu. Her zamanki gibi yaşlı adam sokağın karşısındadır. Günlerdir yanmayan sokak lambası tamir edilmiş olacak ki yaşlı adam sokak lambasının altında sahne ışığıyla aydınlatılmış gibi açık seçik görülüyordu. Üstünde kendisini ısıtacak bir giysisi bile bulunmayan bu yaşlı adam, çöplerden yaktığı ateşle ısınmaya çalışıyordu.
Üstat ilk defa ona doğru yürüdü, caddeyi karşıya geçti ve yanına ulaştı. Yaşlı adamın yüzündeki çizgiler sokak lambasının aydınlatmasıyla ortaya çıkmıştı. Üstat içinden “Rüzgarda savrulan bir çınar yaprağındaki çizgiler gibi yüzündeki çizgiler!” diye geçirdi. Üstat:
“Merhaba, nasılsınız?”
“Teşekkür ederim, iyiyim. Siz nasılsınız?”
“Haftalardır sessizce selamlaşıyoruz; size bir merhaba demek ve sizi tanımak için geldim.”
“Ya öyle mi çok sevindim.”
“Sizi tanıyabilir miyim?”
“Ben gençliği elinden hızlıca kayıp giden ve sonra gençliğin asla geri gelmeyecek bir kıymet olduğunu fark eden bir kişiyim!”
Bu sözler üzerine üstat şaşkınlığı nedeniyle bir dakika konuşamadı.
“Şöyle anlatayım size. Mevsimler dönecek, yine yapraklar bu akşam olduğu gibi savrulacak; ancak benim giden gençliğim yerine gelmeyecek! Bak gençsin, fidan gibisin! Gördüğüm kadarıyla evine geç geldiğine göre çalışıyorsun. Şimdiden giden gençliğin yerine gelmeyeceğini düşünerek çalış ve kıymetini bil.”
“Gördüğüm kadarıyla siz gençliğinize önem vermemişsiniz. Şimdi genç olsaydınız ne yapardınız?”
“Ne mi yapardım? Ellerimi her akşam semaya açar, yalvarırdım ‘Dursun zaman, dönmesin mevsimler!’ diye.” Adamın ağzından çıkan her söz üstadın beyninde mısra olarak sıralanıyordu ve konuşması üstadı şaşkına çeviriyordu. Üstat sanki mısraları sıralamak için eksik mısraların onun ağzından çıkacağını hissetmiş gibi istem dışı ağzından bir soru daha çıktı.
“Şimdi ne düşünüyorsunuz?”
Derin bir nefes aldı, elindeki şarap şişesini yere koydu. Parmaklarının arasında kaybolmuş gibi duran yerden aldığı izmariti önündeki yanan ateşte yaktı. Derin bir nefes çekti. Burnundan çıkan sigara dumanı yaktığı ateşin dumanına karışmıştı.
“Şimdi ne mi düşünüyorum?”
“Evet, onu merak ediyorum!”
“Gençliğimi, hatıralarımı, az da olsa mutlu günlerimi, ümit dolu yaşamımı… İşte bunları düşünüyorum.”
Üstat bu konuşmadan sonra kaldırıma oturdu ve onunla saatlerce konuştu. Artık gün açmak üzereydi ki yaşlı adamla vedalaşarak yolun karşısında bulunan evine gitti. Kapısını açtı, girişte bulunan telefonun yanındaki küçük not defterini ve kalemi aldı. Salonda her zaman oturduğu koltuğuna oturdu ve gözlerini tavana dikerek uzun süre baktı ve yaşlı adamla konuşmalarını düşündü.
Artık konuşulanları not defterine geçirmeye hazırdı ve yazmaya başladı.
Elveda, elveda gençliğim
Elveda, ey hatıralar
Elveda mesut günlerim,
Ümit dolu sayfalar..
Yine mevsimler dönecek,
Yine yapraklar düşecek
Giden gençliğimiz
Geri gelmeyecek.
Ellerim semaya doğru
Yalvardım yıllarca
Dursun zaman
Dönmesin mevsimler
Tanrım, Tanrım,
Bana ümit ver
Heyhat…
Yine mevsimler dönecek
Yine yapraklar düşecek
Giden gençliğimiz
Geri gelmeyecek.
Elveda, elveda, elveda
Ahh, elveda..
O gün hiç uyumadan arkadaşlarıyla buluştu ve güfteye şimdiye kadar çok kullanılmamış bir müzik eklemek istediğini heyecanla onlara anlattı. Müzik için günlerce çalıştılar ve bu muhteşem eser ortaya çıktı.
Ruhun şadolsun büyük üstat!
Not: (Bazı gerçeklerden yola çıkılarak hayali olarak senaryolaştırılmıştır. Gerçeklik payı okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır.)