‘’Martonaltı’’ diye soyadı olur mu? Diye düşünüyorsanız, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK verirse olur ve mutlaka bir sebebi vardır.
Memleket Şairi Nazım Hikmet, vatan haini suçlamasıyla atıldığı cezaevinde yazdığı Kuvvayı Milliye Destanı’nda Manastırlı Hamdi bölümünde söze şöyle başlar;
‘’920’nin 16 Martı.
Öğleden evvel
saat onda
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara’daki:
«Der-aliye 16/3/1920.
İngilizler bastı bu sabah
Şehzadebaşı’ndaki Muzika karakolunu.
Müsademe edildi.’’
Osmanlı’nın payitahtı İstanbul 13 Kasım 1918’de kısmi işgal edilmişken 16 Mart 1920’de daha kapsamlı ve daha onur kırıcı olarak işgal edilirken böylesi bir durumu milli direnişin merkezi olan Ankara’ya ve Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştıran Manastırlı Hamdi’dir.
Atatürk’ün başlattığı Milli Mücadele’de en önemli dönüm noktalarından olan ve Samsun’dan sonra en önemli zaman diliminde Erzurum Kongresi’nin yapıldığı günlerde İstanbul’a bir telgraf çeker ve telgrafın başında Manstırlı Hamdi vardır.
Hamdi Bey, nöbetçi olduğu o gün Erzurum’dan gelen telgrafı görür ve cevap verdikten sonra Paşa ile irtibata geçer. Bu haberleşmeler zaman içinde vatanın kurtarılması adına çok önemli bilgilere dönüşür ve ATATÜRK yıllar sonra Nutuk’ta konuyla ilgili şöyle bir tespitte bulunacaktır;
«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için
ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul’da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları
içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan
ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara’da bulunan telin İstanbul’da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar
şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu? »
İşte dakika dakika ve an be an işgali haber veren ve canından vazgeçerek Milli Mücadele’ye katkı sunan, çektiği o telgraflarla tarihin akışını değiştiren ‘’Manastırlı Hamdi’’ beyi rahmet ve minnetle anarken anısı önünde saygıyla eğiliyor ve Memleket Şairi Nazım Hikmet’in o destandaki dizelerini bir daha okumanızı öneririm…
‘’920’nin 16 Mart sabahı,
karakolun karşısında
bırakmadım elimden silâhı,
yere serdim iki İngiliz’i.
Senin ırzını kurtardım İstanbul’um,
Sana can feda çakır gözlü gülüm.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taşları yan yana yatar Eyüp’te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.
Uykuda kestiler üçümüzü,
kurşuna dizdiler ikimizi,
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.
Bir de altıncımız var,
kara kaytan bıyıklı bir şehit,
son mekânı şöyle dursun,
adını da bilen yok…’’