”Leb” Demeden…

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Virüsle mücadele kapsamında alınan ilk önlemler malumunuz. Birçok yer kapatılmış, fakat Cuma namazları serbest bırakılmıştı. Hatta “lebaleb” dolu bir Cuma namazında, bizzat orada vaaz veren Diyanet İşleri Başkanı bile, “Kalabalık ortamlardan uzak durun,” önerisinde bulunmuştu. “Eh, birader madem öyle sen orada ne yapıyorsun ve bunca insanı bir arada namaz kılmaya çağırdın?” diye soranlar olmuştu ama cevap alabilen var mı, bilmiyorum.

Üşenmedim sözlükten baktım. “Leb” Arapça’da dudak demek. “Lebaleb” ise ağzına kadar dolmuş. Peki… Mesafeli masalarda restoranlarda oturamazsınız. Mesafeli koltuklarda tiyatro izleyemezsiniz. Mesafeli durarak konser dinleyemezsiniz. Cenazenizi bile ancak 10 kişiyle gömebilirsiniz. Yani bırakın toplantı ve gösteriyi, birilerinin ölüsü bile sizin ölülerinizden daha değerlidir! O yüzden “lebaleb” falan demişken, dudak mudak… Onlara şapur şupur, bize gelince yarabbi şükür manasına geliyor kanımca! Ama şu an konumuz bu değil.

Geçtiğimiz gün, her gün olduğu gibi televizyona çıkıp yine kalabalıklardan kaçınılması gerektiğini en edebi sözlerle ifade edip yüreklerimizin ta içlerine dokunan Sağlık Bakanı, çok kalabalık bir cenaze namazında görüntülenince aynı soru bu sefer kendisine soruldu. “Hadi ilkinde, o çok gönderme yapılan, ‘İmam bunu yaparsa cemaat ne eder’ ilişkisi var, seni ne yapacağız?” sesleri yükselince, zaten inandırıcılığını yeterince yitirmiş olan Sağlık Bakanı cevapsız kalamadı.

“Ben cenazede o tarz bir görüntünün olabileceğini öngörmedim. Öngörmem gerekiyordu. Benim kusurum. Özür diliyorum” dedi Fahrettin Koca. Özür dilemek bir erdemdir, teşekkür ederiz fakat Cumhurbaşkanı’nın katıldığı cenazelerin tenha geçmediğini hepimiz biliyoruz. Cenaze değil, bildiğin “Dostlar alışverişte görsün” misali, “Bakın, ben de buradayım,” demek isteyenin boy gösterme fırsatı yakaladığı bir etkinlik adeta! Bunu, yakın çalışma arkadaşı Sağlık Bakanı mı öngörememiş? Laf!

Diyelim sevgili bakan durumu öngöremedi, peki yoğunluğu görünce 1 yıldan uzun süredir en çok kendisinin birlikte yatıp kalktığı virüsün yayılabileceğini de mi anlayamadı? Eh, anlamıştır tabii ama “Hadi dağılın, dağılın!” diyerek insanları kışkışlayacak, yahut canlı yayınlardan birinde yanına yanaşan görevliye dediği gibi, yanında saf tutanlara, “Bana yaklaşmayın” diye fısıldayacak hali yoktu! Üstelik cenaze programında Cumhurbaşkanı’nın konuşması da varken! Maazallah katılımı azalttı diye ipe çekerler adamı! Peki sorumlu bir devlet görevlisi bilinciyle alanı kendisi terk etse? Yok canım, protesto etti derler daha beter olurdu. Bakan da çaresiz ölümü bile göze alıp cenazede tüm katılımcılar gibi saf tuttu böylece.

Pozisyonu gereği düştüğü zor karşısında, kamuoyunun gazını almak için ne kadar çabalasa da yine şimşekleri üzerine çekmekten kurtulamadı. Bu sefer de özür dilediğinden parti içinde rahatsızlık uyandırmış. Saray tarafından önemli bir ismin, “Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu bir yer için nasıl özür dilersin!” şeklinde sitem ettiği, Bakanın da “Zaten istifamı gönderiyorum!” dediği öğrenilmiş. Ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamadı derler ya, tam bu deyime uygun düşen bir durum.

Öyle ya, restoranlar kapalı ve birçoğu batmak üzere. İşsiz kalmasa da üç kuruşluk destekle ayakta durmaya çalışan insanlar açlık pençesinde kıvranıyor. Esnaf kan ağlıyor. Birçok firma kapıya kilit vurmaya hazırlanmış, insanlar bunalıma girmiş intihar edenlerin sayısında artış var. Bütün bunlara rağmen lebaleb dolu salonlarda parti kongreleri devam ediyor, ilçelerde kutlamalar sürüyor, istenildiğinde cenaze namazları binlerce kişiyle kılınıyorken kimse sesini çıkaramamış, bunların hiçbirine cevap verilememiş, sen kim oluyorsun da hepsini gündeme getirebilecek bir özür diliyorsun! Gülmeyin, şaşırmayın da… Bu yeni bir şey değil, bildiğimiz dalkavukluk.

Patlıcan ile dalkavuk hikayesi misali… Padişahın biri patlıcanı pek severmiş.  “Şu patlıcan musakkaya doyamıyorum” dese, dalkavuğu: “Aman padişahım, siz söyleyince ağzımın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek” dermiş. Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa: “Padişahım, şu imambayıldıyı icat edenin mekanı cennet olsun, nefis nefis” dermiş. Padişah karnıyarıktan, dolmasından, kızartmasından, kebabından, turşusundan, reçelinden söz ettikçe, dalkavuk da aynı şekilde över, göklere çıkarırmış. Gel zaman git zaman, padişah patlıcandan nefret etmiş. Sofrada değil yemeğini, patlıcanın p’sini ile anmayı bile yasaklamış. “Şu patlıcanın da neresini beğenirler” dediğinde, dalkavuk: “Aman padişahım, en iyisi patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamalı” deyince konuşmalara tanık olan sarayın baş aşçısı dayanamamış ve tenhada yakaladığı dalkavuğa sormuş: “Yahu! Sen bir zamanlar patlıcanı öve öve bitiremezdin, şimdi kötülüyorsun. Ne istiyorsun patlıcandan söylesene?” deyince dalkavuk yanıtlamış: “Arkadaş ben patlıcanın değil, padişahın dalkavuğuyum.”

İşte sevgili dostlar, bu yazıyı kaleme almak istememin esas sebebi tam olarak bu. Ülkeyi uçuruma sürükleyenler aslında karar alıcılar olmayacak. Onlar yeteri kadar zarar verdiler zaten. Bundan sonraki görev, her zamanda ve her koşulda, “Müthişsiniz, her şey olunda, herkes çok mutlu, halk size tapıyor, en iyisini siz bilirsiniz, siz ne derseniz o olur, dün söylediğinizle bugün söylediğiniz birbirinin tam tersi olabilir, biz yine de alkışlayalım, cansiperane savunalım, önemli olan sizin bugün ne düşündüğünüzdür,” diyen adına danışman denilen evet efendimcilerdedir. Feci bir hata yapmaya doğru giden adamı bile sırf yalakalık olsun diye yolundan çevirmez, sırtını sıvazlayıp bizzat teşvik eder bunlar. Bu tayfaya hayatın her alanında, büyüklü küçüklü herhangi bir şirkette bile rastlayabilirsiniz. Ancak sırf dalkavukluklarından devletin önemli kademelerine gelenler, işte esas tehlike onlarda. O yüzden, her ne kadar yaptıkları artık soytarılık sınıfına girmeye başlasa da hangisinin daha tehlikeli olduğuna gelin bir alıntı ile karar verelim:

“Soytarı balonları iğneler. Dalkavuk balonları şişirir. Ne iğnesi vardır dalkavuğun, ne yergisi, ne de eleştirisi… Ne olursa olsun, ister yüksek bir makamda otursun, ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazarlar. Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır. Hey gidi dalkavuk… Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin için rütbe sayılır. Sen, dalkavukluk için belini kırıp ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak ne büyük bir acı…” (Georges Daniel, “Le courtisan et le bouffon” – Dalkavuk ve Soytarı)

”Leb” Demeden…

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Giriş Yap

Vira Trabzon ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!