Demokrasi, sözlükte; “halkın egemenliğine dayanan yönetim biçimi” olarak; bir başka tanımda ise, “Halkın kendisini yönetmesi ya da halkın halk adına yönetilmesi” olarak tanımlanır. Bu yönetimde hükümet, gücünü yurttaşların tümünü içine alan halkın istencinden alır. Hükümet ve devlet işlerinin yürütülmesi, ya yurttaşların tümünün toplanmasıyla (eski Yunan kent-devletlerinde olduğu gibi) ya da doğrudan doğruya halkın seçtiği temsilciler ya da görevliler eliyle olur.
Bir başka tanımda ise, “İnsanın saygınlığına değer veren; kişilerin karşılıklı anlayış içinde birbirlerine özgürlük tanımalarını ve bütün için sorumluluk duymalarını, birlikte yaşamanın temeli olarak alan yaşama biçimi” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Hak ve özgürlükleri kullanma noktasında ağırbaşlılık göstermeyen toplumlar, koşuntu olmaktan kurtulamazlar.
Demokratik ruhu kaybedersek; güçlünün denetimsizliğini alkışlamış, çevresindeki dalkavukları çoğaltmış, söylediği ile yaptığı bir olmayanlara değer vermiş olarak gönenci betondan mezara koymuş, köle gibi yaşamak zorunda kalmış oluruz. Değirmende un olmak için aynı sakonara konulmuş buğdayın tanesi olmayı, aynı sopa ile dövülmeyi, aynı yasa ile cezalandırılmayı eşitlik saymaktan kurtulamayız. Bizleri yönetenlerin, kurum ve kuruluşları kendi evleri, mezraları ve yaylaları gibi görmesinin önüne geçemeyiz. Mutsuzluğun ve yoksulluğun kalitesini arttırıp hayallerimizi dört duvar arasına hapsedenlerin; istediklerini, ezberlettiklerini itirazsız yerine getirirsek, nefreti bayrak yapanlarla dünyayı yaşanmaz bir duruma getirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Yasaların saygınlığını, otoritesini ortadan kaldıranları, bedensel ve düşünsel ürün vermeyenleri, zorunlu olarak alkışlamak durumunda kalırız.
Demokratik ruhu kaybedersek; insan haklarına, özgürlüğe, özgür düşünceye ters düşen buyruk iyelerine; sesli ve sessiz düşünce iyelerine, kişilerin birbirlerine karşılıklı özgürlük tanımaya yönelik anlatımlarına, devinimlerine özlem duyarız. Kurumların, kuruluşların ülkenin bütünlüğü için sorumluluk duymalarına, sorumluluk almalarına her zaman ahlaksızca gözdağı verenlere koşuntu oluruz. Adam Phillips’in, “Gözdağından doğan ahlak ahlaksızdır.” sözünde vurguladığı gibi ahlaksız ahlakın taşıyıcısı ve zorunlu savunucusu oluruz.
Demokratik ruhu kaybedersek, itirazı süzülerek alınmış düşünceleri taşıyan, bilgisizliği yazgı sayıp ondan utanç duymayan, usuyla doğruladıklarını değil de kulaktan dolma düşünceleri bilgi kabul eden, demokrasiye gözdağı veren canavarları alkışlayan, Spinoza’nın dediği gibi, “istediğini istememeye, istemediğini de istemeye” mecbur olmuş kişilere döneriz! En tehlikelisi hak, hukuk, adalet karşıtlarının, kin duvarları oluşturmak isteyenlerin silahlarındaki şarjörlerinde ve namlularında mermi gibi dururuz. Dostları, arkadaşları pek olmayan, kendilerine verilen görevleri yerine getirmek için ölmeye hazır mankurt özellikteki kişiler yetiştiren, betiği (kitap) silah kadar tehlikeli bir nesne kabul eden ve yağmura terkedilmiş kesme şeker gibi eriyen bir toplumun üyeleri oluruz.
Demokratik ruhu kaybedersek; hak, hukuk, adalet için vicdanını terazi eden halka, Tanrı’nın selamını bile gönülsüz veren ya da alan kişilerin alkışçısı oluruz. Ahlaksızlığı tavan yapmış, hakça kazanmayı, ölçülü harcamayı ve kıvançla dağıtmayı unutmuş her şeyi sermaye, her şeyi görüntüden ibaret sayan, insanı özne olarak değil de nesne olarak gören anlak iyelerinin oyuncağı oluruz. Düşünceyi insanlığın en tehlikeli kavramı gören yöneticilerin ve zenginlerin koşuntusu oluruz. Dünyanın olumlu ya da olumsuz durumuna karışmayan, sadece olup bitenin resmini çeken kişileri oluruz. Mafya ve çete bozuntularının uygulamalarından huzurun ve adaletin sesine özlem duyarız; güven içindeki mutluluğu çırayla arar dururuz. Kadını ‘süt ve gözyaşı’ üreten, çocuk doğuran, pencere ve kapı aralığından bakmak zorunda olan bir varlık olarak görmeyi kabulleniriz.
Demokratik ruhu kaybedersek; Her türlü ahlaksızlığı ahlak kabul edip; yalanı ve hileyi zenginliğe giden yol olarak kabul eden doymazların, “hem kel, hem fodul” durumundaki kibirlilerin kölesi oluruz. Ortak çıkarı ve ortak yararı felsefi düşüncelerinden, buyrulduğu halde inançlarından, demokratik yaşamı zıvanasından çıkartan ahlaksızların, az emekle çok zengin olanların, başkalarının omuzlarına çıkarak yükselenlerin oyuncağı oluruz. Demokrasiyi oylama, aynı çubukla dövülme, sürülme olarak görenlerin, sayanların ekmeğine yağ süreriz. Çocuklarımızı, “çıra olarak ateşi tez tutuştursun” diye kıyıcının kucağına bırakmış oluruz.
Demokratik ruhu kaybedersek, doğamızla uyuşanları değil, uyuşmayan durumları yaşam tarzı olarak kabul etmeye mecbur kalırız. Beklenmedik yerde, beklenmedik zamanda, anlamsız, deli bir kinin, “demokrasi isteyen tanrıtanımazdır, tövbe etmezse öldürülmelidir” gibi akıldışı bir düşüncenin kurbanı oluruz. Adaletin, hakkın ve hukukun yaralı haline dayanmak için demir gibi sinir sisteminin iyesi olmanın yollarını arar dururuz. Kuzey Atlantik’te Danimarka’ya bağlı Faroe Adaları’nda, karaya vurarak ölen iki ispermeçet balinası gibi ölümüz ile de çevre için tehlike oluştururuz.
Demokratik ruhu kaybedersek; karın tokluğu için yaşayan, kaba, acımasız ve duygusuz insanların hışmına uğramış; yüce yaratanı üzüp insanları memnun etmenin, yüceltmenin deliliğini belgi (şiar) edinmiş oluruz. Yaşadığımız toplumda ekonomiyi bir avuç insana; dini, İblislerin insafına, kafası beline düşmüşlere; kadını kirli ve tehlikeli görenlere teslim etmiş oluruz. Dizginlenmemiş haksızlığın, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin yem torbasındaki yem oluruz; çıkarı için kan akıtanların, haram yiyenlerin, rüşvet alanların, servet yığanların tarlalarında, sopanın gölgesinde sabahtan akşama kadar boğaz tokluğuna çalışan ırgat oluruz.
Demokratik ruhu kaybedersek; güçsüz ve yenik bir durumda her tür şerbetlenmiş karanlığı içmek zorunda kalırız; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türk adına bulunup onun adına yasa çıkartan ve Türklüğü ayaklar altına alan sözde milletvekillerinin, yöneticilerin koşuntusu oluruz. Sadece din ile ilgili törenleri kutsalın en değerlisi kabul eden, fanatik dinsel öğütçülerin ya da kafası beline düşmüş şeyhlerin peşinden gitmek zorunda kalırız. İnorganik besinlerle beslenirken, beton kentlerde yaşarken, toplumsal tamuyu yaşamış; öteki dünyada da gerçek tamuyu(cehennem) garantilemiş oluruz. Etliye, sütlüye karışmadan, demokrasinin “d” sini, hakkın, hukukun “h” sini anlamadan, sessiz sedasız yaşam sürdürmeye devam edersek; ortaçağda yaşamış “Buriden’in eşeği gibi açlıktan, susuzluktan” değil ama insani değerlerin çoğundan uzakta ölmeye mecbur oluruz, diye düşünüyorum. Ne dersiniz?