Dil konusunda dediğim dedik çaldığım düdük konumunda değilim; abartılı, saldırgan bir vatanseverlik yani “şövenist” bir durumda hiç değilim, olmak da istemem; ancak dilimin zengin kültür dili olması için söz varlığının büyümesini, gelişmesini onunla “felsefe” yapmasını istemek de en doğal hakkımdır diye düşünüyorum. Erin bir kişi kendi “dil” değerinin karşısında başka kültürün ya da halkın hiçbir zaman benimsemediği yapay dil değerlerini koruyor, kolluyor, yüceltiyorsa; katıksız kendinin ve halkın düşmanıdır, diye düşünüyorum.
Hele hele bu topraklarda yaşayan ve de yaşayacak olanlar için bir kalıptan çıkma saf ekinin, tek ekinin iyeleridir, ya da iyeleri olmalıdır demek tarihi bilmemekle eştir. En doğru, en güzel ve en anlamlı edebiyatın, felsefenin anadilde yapılacağını bilen biriyim. Bu topraklar üzerinde varlık gösteren ve de göstermesinden rahatsızlık duyulmayan, ancak, bugün için etnik ya da yerel konumdaki dillerin taşıyıcısının, motorunun daha bir etkin, yetkin, baskın ve binanın taşıyıcı kolonu konumda olan Türkçe olduğunu görmek gerekir.
Ekinsel sancılarımızla doğurduğumuz, büyüttüğümüz sözcükleri her Türk insanı, milli bir görev olarak kendi çocuğu, yeni oluşturacağı sözcükleri de torunu gibi sevmeli, korumalı ve yerine göre kullanmalıdır. Taşıyıcı kolon ile uzun süre yaşamak istiyorsak, başkalarının gözlükleriyle bakıp başımızın dönmesini istemiyorsak, kendimizin ve başkalarının düşmanı olmak istemiyorsak, Tarih oyunluğunda uzun süreli kalmak istiyorsak, Türkçemizin söz varlığını iri tutmak, diri tutmak, söz varlığımızla düşünce üretmek zorundayız.
Toplumlar, maddi zenginliklerini kaybettiklerinde zararı karşılama şansları vardır; ancak, dillerini, ekinlerini kaybettiklerinde tarih oyunluğundan silinip giderler. Farsçanın, Arapçanın ve de Farsça, Arapça, Türkçe karışımı olan yapay Osmanlıcanın etkisinde kalan Türkçe, kendi yurdunda sözüm ona bazı “çelebiler” yüzünden yüzyıllarca savunmada kalmıştır; ozanların ve masal, öykü anlatıcıların sayesinde sözlü ortamda yaşamaya çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nda tarih oyunluğundan silinmesine ramak kala, Ulu önder Atatürk’ün Harf Devrimi ve Dil Devrimi ile Türkçemiz bugün dünyada ekin dillerinin beşincisi olma özelliğini eline almıştır.
Dil ve etnik çeşitliliği çok olan bir coğrafya üzerinde bugün için Türkçenin etkinliğinde, yetkinliğinde ekinsel değerlerimizi sunmaya çalışıyoruz. Toplumlar arasında hoş görülecek ekin değerleri geçişi dışında özellikle Arapça ve Farsça dil değerlerinin ekinimize kutsallık adı altında geçişi, Türk diline gözdağı verir boyutuna ulaştırdı. Bu gözdağı ne yazık ki, yerli Arapça ve Farsça hayranlar sayesinde alan bulmuş, kutsallar bahane edilerek ve yüksek orun iyelerinin bu sözcükleri kullanması sayesinde de geçerlilik kazanmaktadır.
Korona salgını dünyayı kasıp kavurduğu ve bunun için ülkeler önlem almada yarıştığı bir zamanda devletin en yüksek orununda bulunan Cumhurbaşkanı, “Tıklım tıklım”, “hınca hınç”, “tıka basa” ve “kaşık istifi” gibi karşılıkları var iken “Bakın bir kongre yapıyoruz, salgının olduğu bir dönemde kongre yapıyoruz ve Rize’de salon “lebalep” dolu,” söylemi hoş olmadı.
Kutsal betiğimizin Bakara-104. Belgüsünde-ayet- geçen “raina” ve “ünzurna” sözcükler eş anlamlıdır, ancak “raina” sözcüğü Yahudilerin kendi aralarında sövgü amacıyla kullanılmaktaydı. Yüce Yaratan Arap insanı anlasın için yine kendi değerleriyle ürettikleri eş anlamlısını “ünzurna” sözcüğünün kullanmalarını emretti. Bu değerlere inanıyorsak, halkımızın ürettiği ve daha iyi anladığı sözcüklere yer vermeliyiz, eğer anlaşılmak istiyorsak! Eğer, “imanımızla uyumlu iş üreteceksek..Sebe-4-5,” Eğer, “..dilimden düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar..Taha-25-28” buyruğuna uyacaksak! “..İnsan kendisine yararlı olanı aradıkça ve kendi varlığını korumaya çabaladıkça erdemlerle donanır[1],” diyorsak, Türkçe söz varlığımızın iyesi olmalıyız, diye düşünüyorum.
Korona salgınının kol gezdiği şu günlerde, salonlara insanların tıklım tıklım doldurulmasına göz yumulup salgının daha da şiddetlenmesine neden olunduğu için hoş olmadı. Cumhurbaşkanımızın, “Tıklım tıklım”, “hınca hınç”, “tıka basa” ve “kaşık istifi” gibi karşılıklar ortada dururken; Farsça “lebalep” sözcüğünü “Yunus Emre ve Türkçe Yılı” nedeni ile kullanması da hoş olmadı.
Devletin başı olarak halkın sağlığını hiçe saymak, halkın dilinden Osmanlının saray ve medrese çevresindeki sözüm ona bazı gibi uzaklaşmak halkın bu oruna olan güven duygularını zedeler. Yüce Yalvacımız, “Ben Araplar“çelebiler” ın en açık ve düzgün konuşanıyım, çünkü Kureyş boyu ile ilişkiliyim; ve Sa’d b. Bekr oğulları içerisinde büyüdüm,” diyerek, ailesini, ait olduğu budunu övüyor; bizleri de bu değerlerin iyesi, “dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimse” olmaya davet ediyor.
Birileri kutsal alanın dokunulmazlığını kalkan yapıp Arapça, Farsça sözcükleri; birileri de uygulayım bilimi(teknoloji) alanını kalkan yapıp teknik sözcükleri, Fransızcayı, İngilizceyi ve Almancayı ulaşılmaz, dokunulmaz yaparak halkın dil ağacının yapraklarını sarartmakta, halkı kendi diline yabancılaştırmaktadır. Son olarak, kutsal değerlerimize inananlara, inandıklarına inanmaya, geçmişin parkına park yapmamaya, aynı hataları tekrar etmemeye, elin ekmeğini kendi ekmeğinden büyük göstermemeye, elin dilini kendi dilinden üstün görmemeye, bilgisizliğin üstesinden gelmenin Arapça ya da Farsça öğrenmekten geçtiğini sanmamaya davet ediyorum.
Türkçe söz varlığımızı çocuğumuz, torunumuz gibi korumamız, kollamamız ve sevmemiz gerekirken onu, Türk kimliği taşıdığı halde yaralayanlar, uyutmaya ve unutturmaya çalışanlar ile ayrı olmaya, özel olmaya, bütüne tepeden bakmaya çalışanlar başka dil sözcükleriyle hava atmaya çalışanlar olsa olsa kendilerinin düşmanı olurlar, diye düşünüyorum.
[1] Benediçtus De Spinoza, Ethika, S.271Çeviren, Çiğdem Dürüşken, Kabalcı yay, 213, İstanbul, S.271