Sakonar, sözcüğünün sözlük anlamı “kiler”dir. Kiler ise; yiyecek içeceklerin, erzakın konulduğu, saklandığı oda, yer anlamındadır. Çaykara söz varlığında “sakonar”, bu anlamın dışında, buğday, arpa, mısır gibi tanelerin değirmende öğütülmek üzere konulduğu, dibi delik prizma şeklindeki tahtadan yapılmış düzeneğin adı olarak da bilinir. Ben de dünyayı bu anlamdaki sakonara benzetip, tane olarak içinde yaşayan bizler için diyorum ki: Her birimizin mutluluğu ve güveni sakonarın ağzından çıkıp değirmen taşının ağzına düşene kadardır.
İçimdeki ses: “İhtiyacını karşılamak için kazanç elde eden, ahlak kurallarını hiçe sayıp bir şekilde kazanç elde edenden kendini daha mutlu ve hayatı daha bir güvende hisseder,” diyor. Çünkü: Cüzdanı dolu yatanın günahkâr kazancını ve haksızlıklarını sorgulayan, imanın bir diğer adı vicdanı onu uykusuz bırakır, huzursuz eder. Kendi ihtiyacını karşılamak için kazanç elde edenin vicdanı ise, yüce Yaratanın son betiği olan “Kur’an’ın” buyruğunu –ihtiyaçtan fazlasını infak edeceksin- ve insan olmanın erdemini yerine getirmiş biri olarak kendini dinginliğin, mutluluğun içinde her zaman güvende hisseder. İçimdeki ses şöyle devam ediyor:
“ Sen sen ol, değil kazancın fazlasını elde etmek; yemeğin bile fazlasını yeme! Çok yiyen çok kilo alır, çok yer kaplar; ancak ruhu bedeninde her zaman sıkkın, her zaman oynamayı özler. Zengin ile yoksul arasındaki fark işte bu kadardır, unutma!” Zenginliği bünyemizde topladığımız zaman değil, zenginliklerden yararlandığımız, yani zenginliği böldüğümüz, bölüştüğümüz; bulunduğumuz ortam ve durumdan yararlandığımız zaman mutlu oluruz. Zenginlik için hileye ve yalana başvurup istediğini elde edenler aslında acınası durumdadırlar; diken üstünde hop oturup hop kalkmaktadırlar. Kendilerini güvende sayabilmek için zoru ve korkuyu yoksullara göstermek durumundadırlar. M.Ö 341-270 yıllarında yaşamış Epikuros’un, ‘Kötülük edenin gizlenmesi olasıdır, ama gizlendiği halde hiç güven içinde olamaz,’ düşüncesinin bugün için de geçerli olduğunu görüyorum; Zenginlerin de çoğu kazandıklarını yanlışlarıyla, yalanlarıyla kaybettiklerini görüyorum.” Dileğimiz:
“Biri yer, biri bakar
Kıyamet ondan kopar”
Ölçülü sözün ruhu vücut bulmadan, savaşlar olmadan yaşamaktır. Seneca’nın dediği gibi, “para sahibi olmak, para kazanmaktan daha büyük bir işkencedir.” Gerçek olan mal yığmak, para kazanmak, yarar sağlamak değil, karası olmayan bir şerefle hayatı sonlandırmaktır; insanın duygularını ve ihtiyaçlarını karşılamaktır; bunların vücut bulduğu bir toplumda dostluk ve kardeşlik filizlenecektir.
Yüce Yaratanın en değerli varlık olarak yarattığı bizler, sakonara konulmuş buğday tanesi gibi sırası geldiğinde değirmen taşının ağzına düşeceğiz. Hayatın canlılığını yaşarken, arzularımız ve endişelerimiz sönümlenmeden diyorum ki: “İnsan olarak, iki günü eşit olmayacak şekilde iş ve değer üreterek, gereksinmemiz olanı bir kenara ayırmalı, geri kalanını, çalışamayana, uğraşamayana, didinemeyene, yoksula, güçsüze veren bir yaşam tarzını sürdürmeliyiz. Yakalanacak yanlış, hırsı ve bencilliği kişisel değerlerimizin başına taç yapmadan, doğruları şeref kürsüsüne çıkarmayı, Tanrı’dan başka vekil, emeğinden başka hiçbir şeyin iyesi olmayı kabul etmeyen bir inancı belgi edinmeliyiz.”
Okuduklarım, izlediklerim, duyduklarım ile birlikte akıl süzgecinden geçirdiklerim, “1945 yılından beri on binlerce insanı biranda öldürebilecek nükleer silahların sinek ilacı gibi üretildiği dünyamızda hiçbir ülke sınırı, hiçbir ülke, hiçbir ülke insanı güvende değildir, olamaz,” diyor. Aklıma, “O halde gelenekleri ve görenekleri kutsamadan, yalan ile bilimi aynı kefeye koymadan, teraziyi tezekten, kefelerini b.ktan yapmadan, yüce Tanrı bizlere geri alınmak üzere verdiği canı Azrail’e teslim etmeden bu sakonar gibi dünyada erinci, güveni nasıl sağlayabiliriz?” sorusu takıldı. Bulduğum yanıt belki de sizlerin aklından geçmiştir:
Güveni, mutluluğu, “Sivas Madımak’ta yakılan 37 aydının, Kemaliye Başbağlar Mahallesi’nde kurşunlanan 33 günahsız mahallelinin ve dünyada on binlerce insanın ışınıma(radyasyon) uğrayan cesetleri üzerinde yarınları kurmayarak sağlayabiliriz. Toplum için önemli olan güveni ve özgürlüğü küstürmeden, birini ötekine üstün görmeden, İnsanların sosyal, ekonomik bölgelerini aklın ve bilimin harcıyla aynı “kareye” dönüştürerek sağlayabiliriz. Hatta güveni, mutluluğu, alın teri ile elde ettiğimiz her şeyde bile yoksulların, güçsüzlerin diğer canlı ve cansız varlıkların hakkı olduğunu bilerek bu dönüşümü aklı, gerçeği, doğruyu, adaleti, hakkı ve hukuku kapı dışarı etmeyerek sağlayabiliriz,” diye düşünüyorum. “Hakkı, hukuku ve adaleti, görevi, inanana değil, hak edene, halkla birlikte, halkın yanında olana vererek sağlayabiliriz.”
Yüce Tanrı’nın saygıya uygun gördüğü cana ve onu taşıyan en değerli varlık insana saygı ve sevgi duymayı, her türlü toplumsal çatışmanın, hatta nükleer caydırıcılığın en değerli ilacı kabul etmeliyiz. İhsan Eliaçık’ın deyimi ile, “sınırların, sınıfların, sömürünün, saldırganlığın ve savaşın olmadığı”, yani hayaldeki uçmağı(cennet) dünyada da oluşturmayı başarmalıyız. Dünyada insan yaşamı için değerli olanları birinin ya da birilerinin tekeline bırakmadan eşit bölüşmeyi, ezincin her türlüsüne, hayatın her noktasında karşı durmayı, yalanı-dolanı ve İslam’ı aynı bedende barındırmamayı, hakkı, hukuku, adaleti utandırmamayı belgi edinmeliyiz. Dünyada yengilere, erinçlerle, öteki dünyada da uçmağa dileklerle ve arzularla değil; üretilecek değerlerle, yapılacak iyilik ve güzelliklerle ulaşılacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. Unutmayalım ki, “az kilolunun cesedi az, çok kilolunun cesedi de çok kurt üretir,” derler; “sakonar dünyada birer buğday tanesi gibi duran bizleri ise, hiç doymak bilmeyen değirmenin ağzı bekler”! Son olarak ozanlığımı da konuşturarak diyorum ki:
“Keskini ışık ol karanlıklarda
Sağa sola kızıp gezene kadar
Ömür gelip geçti canım cananım
Su bardağı dolup taşana kadar”