Bugünlerde eğitim sistemimizin durumu pek iyi gözükmüyor. Bu nedenle yazıma yüce Atatürk’ün “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esirlik ve yoksulluğa terk eder.” sözü ile başlama gereğini duydum.
Eğitimde kalite, eğitimde başarı, okul tanıtımlıklarının(levha) renklerini değiştirmekle, aynı şeyi anlamadan ezberleyip değişik ses tonu ile okumakla, söylemekle, dinlemekle olmaz. Eğitimde başarı, öğretmen için “Alo 147” şikâyet hattı oluşturmakla ve de okulların adlarını tek tip – imam hatip- yapmakla, din adamı sayısını gereksinimden fazla tutmakla olmaz. Öğrencileri, değişik yol ve yöntemlerle İmam Hatip Okullarını tercihe zorlamakla, çocukları öğle güneşi gibi tepeden aydınlatmaya çalışmakla olmaz. Bunun olmayacağını yaparak, yaşayarak uygulamalar sonucunda gördük, anladık. Bu nedenle eskimiş ve anlamsızlığı tartışmasız olarak kabul edilmiş alışkanlıklarımızdan vazgeçmeliyiz.
Ay tutulmasının nedeni rüzgârın etkisiyle kuru yaprağın ayın gözüne yapışması neticesinde olduğuna, depremlerin nedenleri öküzlerin boynuzları üzerinde olduğuna inanılan dünyanın öküzlerin kızıp başını sallamasıyla oluştuğuna inananlar çoktur. Ayın güneşten gelen ışınları dünyamıza yansıtan kara parçası değil de ulaşılması, elde edilmesi olanaksız “ilahi nur” olduğuna, onun için parlak olduğuna inananların, söyleyenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Ay’ın ulaşılması, elde edilmesi mümkün olmayan “ilahi nur” ile ilgisinin olmadığını bizim sofular hariç, artık sağır sultan bile duymuş, anlamıştır.
Uyumlu iniltilerle, figürlerle, baş sallamalarla dans etmek, onların deyimi ile zikretmek, devenin s… ile el yüz yıkamak, onun kutsallığına inanmak, kutsal betiğimizi anlamını bilmeden okumak ya da ezberlemek, sapkın hocaların, tarikatların söylemlerine inanmak bizleri gerçek bir Müslüman ve gerçek insan yapmaz. Bazı hastanelere, “Yunan ordusu halifenin ordusudur” diyen bir dernek yöneticisinin(İskilipli Mehmet Atıf Hoca) adını vermek,
“Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme
Beni Türk milletinden ad etme”
sözlerini söyleyen Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin adını bir okulun adı olarak tanıtımlıklara yazmak bizleri ne gerçek bir Müslüman yapar, ne de çağdaş bir insan. Yapsa yapsa aklı susturulmuş ya da uyutulmuş, tembellikle arkadaş olmuş bir insan yapar. Yukarıda sözü edilen yol ve yöntemle daha fazla demokrasi, daha fazla gönenç, daha fazla zenginlik ve Betiğimize uygun bir Müslümanlığın yaşanması mümkün olamayacaktır.
Diyanet çalışanlarının sayısını artırmanın, bütçesini yükseltmenin, İmam Hatip okullarının sayısını, öğrenci sayılarını çoğaltmanın, karanlıktan çıkmamıza, başarılı, nitelikli öğrenci sayılarını çoğaltmamıza hiçbir katkısı olmadığını OECD -Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü- ve YKS -Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı – sonuçları bizlere gösterdi. Ülkemiz 72 OECD ülkesi arasında 50. Sırada, Okumada, okuduğunu anlamada Meksika ile birlikte son sıralarda, 2016 sonuçlarına göre 2003 yılı sonuçlarının gerisine düşmüş durumda. Türk üniversitelerinin hiçbiri 2018 yılında dünyada başarılı ilk 300 üniversitenin arasına giremedi! İnsanoğlunun en büyük ve en kuvvetli silahının öğrenmek olduğunu öğrenmek ve öğretmek durumundayız.
Bu sistem güdülemeyi, diyaloğu, sevgiyi, Marcus Aurelıus’un, “adaletin bir parçasıdır” dediği hoşgörüyü, bedensel ve düşünsel yaratıcı değerleri değil de zoru, zorunluluğu, bazı boş inançları, hayat boyu gerekli olanı değil de; sınav için gerekli olanı öğrenmeyi, bağnaz, dinsel öğütçülerin söylemlerini din gibi algılayan ve kabullenen bir anlayışı barındırmaktadır. Böyle bir ortamın havasını soluyan öğrencilerin bizlere kinci ve her buyurulana evet diyen bir kişilik olarak geri döneceğini, başarısızlığın odağı okulları annesinin, babasının ya da diğer yetkili ve etkili kişilerin hatırı için seçtiğini açık bir şekilde gösteriyor. Çocuklarımız, okullarda sağlıklı, tutarlı ve dengeli bir kişilik kazansın derken, zorun ve zorunluluğun etkisiyle yapmacık bir kişiliğin iyesi olarak yetiştiriyoruz. Geçmişimizin araç ve gereçleriyle geleceğimize ait binaları yapıp satışa sunuyoruz.
Bu düzende sevginin çıkar, acımanın da kişiyi kendine bağlamak, kul, köle etmek amaçlı kullanıldığını bizlere gösteriyor. Bu düzen, çocuğu sevmediği bir okulu sevmeye zorlar. Körü, sağırı, dilsizi vb. özürlü insanları araç gibi görür, gerektiğinde eğitim gemisinden dışarı atmakta hiçbir sakınca görmez. Yerleştirildiği okulu sevmek için onu değişik şekillerde ödüllendirir, onurlandırır, yemeklere götürür, yolculuklara gönderir, yapmacık bir kişilik iyesi yapar. Bu düzen öğrenciyi, üretip paylaşmayan, acımasızlığı, haksızlığı, sürekli olarak alan, kısacası “ben merkezliliği” tavan yapmış yetişkin yapar. Bu yanlış uygulamalardan vazgeçmeliyiz.
İmam Hatip Liselerinde, Anadolu Lisesi sınıfı açmanın alt düşüncesinde yapmacık izler saklıdır. Bu sistem ya da uygulamalar, öğrenciyi, çoğu zaman hayatın temel değerlerinden habersiz, sevmediği bir meslekte ekmeğini kazanmaya bağımlı eder. Düzen, sadece sahibinin ereklerini gerçekleştirmeye, gerçeği gizleyen hatta onun kimyasını bozan, doğruya ise başı ağrıdığında başvuran bir kişilik olarak yetişkin yapmaya, söylediği ile yaptığı çoğu zaman özdeş olmayan kişiler yetiştirmeye açıktır. Bu tür uygulamaların sürüp gitmesini sağlayan, isteyen, kamusal alanlarda gizlenmiş Müslümanın en büyük düşmanı iblislerdir.
Geçmişin olumsuzluklarını, kara örtülerini kaldırmak, eğitimde daha başarılı olmak istiyorsak; yetenek ve beceri ölçümleri yapılıp, yönlendirmeler yapılmalıyız; öğrencilerin yetenekleri ve becerileri dikkate alarak, okulları kendilerinin seçmesine izin vermeliyiz; okulların öğrencileri, mesleklerin kişileri seçmesi uygulamasından vazgeçmeliyiz. Niye? Çocukları istemedikleri şeyleri yaptırmaya zorlarsak; onları, hayatın zorluklarına sürekli yenilen bir yetişkin yaparız. Aykırı görüş sunan öğrencileri suçlamak yerine, görüşlerini dikkate alan bir eğitim sisteminin iyesi olmak için çalışmalıyız. Anadilde eğitimin en doğru ve en yararlı bir eğitim olduğunu bilerek ve savunarak kendi dilini aşağılayanın, horlayanın kendini bilmez, ruhsal bir acizlik içinde olduğunu bilmeliyiz. Aynı kanaldan, aynı kalıptan çıkma öğrenci yetiştirme isteğinden, disiplinsizlikten, şekilcilikten, adam kayırmadan, değimden, kurtuluşu şimdide değil de geçmişte aramaktan, eğitimi kazanmak, kar elde etmenin dışında düşüncesi olmayanların eline terk etmekten vazgeçmeliyiz. Yaparak-yaşayarak, göze-kulağa hitap eden eğitimden vazgeçmemeliyiz. Ev halkından olmayanı yabancı gördüğümüz gibi, yeni olan her şeyi de yabancı görürüz; ancak, her gelen yabancının da düşman olmadığını görmeli, öğrenmeliyiz. Amaçlı ve planlı olmayan, kendiliğinden oluşan eğitimde çocuk, gözlem ve taklit yoluyla öğrenir; bu nedenle anneler, babalar, öğretmenler vb. davranışlarına çok dikkat etmelidirler. Çocuk, ikilemde kaldığında, söyleyenin davranışını doğru kabul eder.
Yüce Yaratan betiğinde: “ O halde boş kaldın mı, kalk yorul” (94/7) buyruğunu, “ İki günü eşit olan Müslüman zarardadır,” hadisini ve halk arasındaki “çalış düşmana kalsın, dostuna muhtaç olma!” atasözünü belgi edinmeli, artık bu dünyaya yalnızca olup bitenin fotoğrafını çekmek için gönderilmediğimizi anlamalıyız.
Çocuklarımızı istif edilecek odun, beyinlerini ise depo alanı gibi gördüğümüz, onlara denilecekleri göz hizalarına gelip söylemediğimiz, takım arkadaşı gibi onlarla iş yapmadığımız, birbirimiz için gerekli olduğumuzu hissettirmediğimiz sürece başardıklarımız olsa bile eğitimimiz topaldır. Okulları kapatmayı, eğitim bütçesini kısmayı tutumluluk olarak gördüğümüz, Arap harfleriyle okumayı yazmayı özendirmekle, eski uygulamaları tekrarlayarak, hanedanlığın geri geleceğine inandığımız, arkadan çalan ışığın, yalnız arka tarafı aydınlatacağını bilmediğimiz sürece eğitimde başarıyı yakalayamayacağız.
Platon 2450 yıl önce çocuk ve oyun için, “..Çocuklarımız küçük yaşlara daha uygun oyunlar oynamalılar, değil mi? Çünkü oyunlar ve çocuklar yasalardan ayrılırsa, bu çocuklar, yasalara bağlı, ciddi insanlar olarak yetişebilirler mi ?” diyordu, haklı olarak. Bazı tarikatlar ve karanlık özlemcileri, 3-4 yaşlarındaki çocukları oyundan uzaklaştırıp ruhlarını öldürdüklerini, dolayısı ile çocukların el ve göz kaslarının; dikkat, özgüven ve anlatım becerilerinin, kendilerini savunma yeteneklerinin gelişmesinin önüne set olmaktadırlar. Oysa öğrencilerden ezberletilenlerin dışında düşünce üretmesini istemediğimiz, geçmişi gelecek adlı kapının kilidini açan anahtar olarak görmediğimiz, ya da öğretemediğimiz sürece, doğaya baş eğdiren durumda değil, diğer canlılar gibi doğanın esiri olarak yaşamak zorunda kalırız.
Anne olarak, baba olarak, öğretmen olarak çocuklarımız için, yüce Yalvacımızın “Kalp kırmak Kâbe yıkmak gibidir” sözünü; “Marifet iltifata tâbidir. İltifatsız mal zayidir.” Atalarımızın sözlerini; Paulo Freire’nin , “ Hiçbir karşılıklı konuşma alçak gönüllülük olmadan var olamaz!” sözünü kulağımıza küpe yaparak, eğitimde başarı kapılarını aralayabiliriz. Öyle olmazsa, hazza, acıya teslim olan, çekmeden, yorulmadan bir şeylerin beri geleceğine; itmeden de bir şeylerin öte gideceğine inanan kuşaklar yetiştiririz.
Öğretmen, hükümetlerin, kurumların, kuruluşların, ailelerin ve diğer kişilerin gerici baskılarıyla karşı karşıya kalırsa; öğrencilerine bedensel ve düşünsel değer üretme aşılayımından vaz geçer. Gününü, “sallabaşını, al maaşını” anlayışıyla zorluklardan kaçmaya çalışır. Böylece gelecek kuşakları, “tedbiri yanlış tutup takdire bühtan eden” olarak, kadercilerin kucağına terk etmiş oluruz.
Kurtuluşumuzun ve kuruluşumuzun mimari Gazi Mustafa Kemal Atatürk öyle yaptı: Osmanlı’da bazı sözüm ona “çelebi” denilen Arap milliyetçilerinin:
“Vay ol kürke ki bit üşe
Vay ol eve ki Türk düşe
On Türk bir turp
Hayf ol turpa (yazık turpa)”
deyişini bugünün profesör ünvanlı kişisinin, “Etrak-ı bi idrak”(Aptal Türk) sözleri ile küçük gösterdiği Türk insanına, Mustafa Kemal Atatürk, içtenlikle ve alçak gönüllülükle:
“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur,” diyerek onun güvenini kazanmıştır. “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti; milli birlik ve beraberlik içinde güçlükleri yenmesini bilmiştir,” diyerek de onu Kurtuluş Savaşı’nın yanında olmasını sağlamıştır. Diğer konuşmalarının çoğunda da “efendiler” demiş; Türk Ulusuna “alçak gönüllülüğün” kapılarını açarak yaklaşmasını bilmiştir. Harf Devrimiyle taban ve tavanı okur-yazar yaparak aradaki anlama ve anlatma farkını ortadan kaldırmış, böylece kurtuluşumuzun ve kuruluşumuzun temellerini sağlamlaştırmış ve bu özelliklerinden dolayı Türk’ün Ata’sı olmuştur.
Eğitimde Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi işe yaramaz eski alışkanlıklardan, uygulamalardan vazgeçerek başlamazsak; cephesi daha çok cahillikle savaşın üstesinden gelemeyiz. Hoşgörüyü, karşılıklı konuşmayı, içten ve samimi sevgiyi, güdülemeyi kendimize belgi edinmezsek, o anlamsız alışkanlıklar beynimizin kapısında, başka düşüncelerin içeri girmesini engelleyen kalın ve yüksek bir duvar oluşturacaktır.