Birinci yaprağımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun YABAN romanından. Romanın giriş sayfası:
“Sakarya Savaşından sonra düşman orduları Haymana, Mihalıççık ve Sivrihisar bölgelerini, bize, yer yer ateş yığınlarıyla örtülü ıssız ve engin bir virane olarak bıraktı. O afetlerden arta kalmış halkın, bu taş yığınları arasında, ilk insanlardan farkı yoktur. Bunlar, yarı çıplak bir halde dolaşıyor, alevin kararttığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday ve mısır tanelerini iki taş arasında ezerek öğütmeye çalışıyor, adı bilinmez otlardan, ağaç köklerinden kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir yabancının ayak seslerini duyunca her biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu.
İşte, Garp Cephesi Kumandanlığının gönderdiği “Tetkiki Mezalim Heyeti” o viranelerde, taşlar altında kömürleşmiş insan kemiklerini araştırırken, bu kitabı teşkil eden yazıları, arasından yırtılmış ve kenarları yanmış bir defter halinde buldu. Köylülerden bunun sahibinin ne olduğunu sordu. Kimse onun nereye gittiğini bilmiyordu. Bununla beraber, onun, iki üç yıl hep bu köyde oturduğunu ve son felaket gününe kadar burada kaldığını söyleyen de kendileri idi.
“Tahkiki Mezalim Heyeti” azasından biri bu kayıtsızlığa şaştı:
- Nasıl 0lur! Dedi. Nasıl olur. İnsan yıllarca beraber yaşadığı bir kimsenin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmez mi?
Köylüler, küskün bir tavırla omuzlarını kaldırıp uzaklaşıyorlardı.
Yalnız içlerinden biri, yaşı belirsiz küçük ve sıska bir adam, döndü:
- Deee, sizin gibi YABAN ın biriydi, dedi.
(Bence ilk fırsatta bu romanı bir kez daha ama mutlaka okumalısınız. Yakup Kadri, “Tahkiki Mezalim Heyeti arasından biri” olarak tanımladığı görevli bizzat kendisidir.)
İkinci sayfamız ise II Meşrutiyet yıllarından kalma:
- Meşrutiyet dönemi aydınları çağdaş aydınlanma kapısından girebilmeleri için ihtiyaç duydukları ordu ile ilişki kurmakta büyük zorluklar ve kararsızlıklar yaşamışlardır. Bu bildiğiniz ordu değil. Kısaca yayılmacılığa karşı tam bağımsızlık savaşı verebilecek ve kazanabilecek kadar kendisi olan, kendisinin olduğuna güvenen ve her şeyin kendisi için kendisi tarafından gerçekleştirileceğini bilen gören halk; yani yirminci yüzyılın HALK Ordusudur. Dönemin Türkçü-İttihatçı aydınları 1913-14 yılları arasında çıkardıkları Halka Doğru dergisinde bu durumu hemen hemen her paragrafta “halka gitmek” – “halka inmek” biçiminde tanımlıyor, dönemin “halkçı” larını göreve çağırıyor ama bazen de bu çağrıdan sıkılıp “halka” da çağrıda bulunmayı ihmal etmiyorlardı. Yusuf AKÇURA bu eksikliği şöyle vurgular:
“Lakin halk da biraz bize doğru gelmemeli midir? Esnafımızın, rençberlerimizin yazıyı bilenleri, hal ve ahvaline dair bize mektuplar yazsalar, idarehanemize gelip bizimle görüşseler ne kadar iyi olurdu: bir taraftan biz, yani okumuş tabaka halk arasında malumat toplayarak, elimizden gelen hizmette bulunurduk; diğer taraftan halk bizim aramıza girip malumat verir ve dertlerini, dileklerini anlatırdı. Böylece, çalışan halk ile halk için çalışanlar arasında dostluk, kardeşlik bağları bağlanırdı; hep birden milletimizin kurtulmasına, yükselmesine uğraşmış olurduk….” (Kısmen Türkçeleştirilmiş hali ile Aktaran Arda ODABAŞ, Teori Dergisi EYLÜL 2005 – SAYI: 188)
Burada dikkatinizi çekmeye çalıştığım iki tespit var. Birincisi, Halka Doğru Dergisinin yazısının içinde. Kısaca Yusuf AKÇURA ve dönemin halkçıları kendilerine “biz okumuşlar” diyerek “diğer tarafa” yerleştirdikleri “halk” ile aralarına bir ayrıştırıcı sınır çekmektedirler. İkincisi ise talep ettikleri şeyin gereksiz olduğunun bilincinde değiller. Neden gereksiz? Açıklayalım.
- Yaklaşık 500 yıldır kimin hangi dilde ne konuştuğu tartışmasını bir kenara bırakırsak, seslendikleri kitle, yani halk, okuma Aslında halk okumasını bilse iletiyi alacak.
- Hadi iletiyi bir şekilde birilerine okuttu diyelim. Yine de cevap veremeyecek. Halk ayni zamanda yazmasını da bilmiyor.
- Peki halk bu kadar kör-sağır mi? Hayır.
Gerçekte halka ileti göndermeye, yazılar yazmaya hiç gerek yok. Halk zaten yüz yıllardır derdini anlatmış. Peki nasıl anlatmış?
KÜY ile.
Yani ses ile anlatmış. O kadar da güzel anlatmış ki… aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hala daha dilimizde. Hiç kaybolmamış, eksilmemiş, yanlış anlamaya neden olacak hiçbir sapma göstermemiş. Ama halkın sesini dinlemek için halk olmak aklımıza gelmemiş. O sesten bazı örnekler verelim:
Mızıka çalınır düğün mü sandın
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın
Yemen’e gideni gelir mi sandın
Dön gel ağam dön gel dayanamiram
Uyku gaflet basmış uyanamiram
Ağam Öldüğüne inanamiram
TÜRKÜLERLE (TÜRK KÜYÜ ile TÜRK SESİ, TÜRK EZGİSİ ile) anlatmışlar.
(KÜY: Ezgi, ses, çığırtı. Kırgızca KÜ. Kazakça Küi.)
Anadolu söylenceleri ile anlatmışlar. Hatta akılda doğru kalsın diye FIKRALARLA anlatmışlar.
Hani hatırladınız mı şu meşhur fıkrayı. Sultanın ilan ettiği her savaşta bir oğlunu kaybeden köylünün son oğlunu da askere almaya gelenlere verdiği cevabı?
“O sultanınıza benden selam söyleyin. Benim şehvetime güvenip de ikide bir sağa sola savaş ilan etmesin.”( Bugüne ne kadar uyuyor değil mi? “Eyyyyttt Amarikaaaa…Bu can bu bedende… )
Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Kul Himmet…daha binlercesi.
Hani Dedem Korkut gelmişti de “boy boylamış, şoy şoylamış” tı ya…
“TÜRK KÜYÜNÜ” o zamanın aydınları duymuş mu? Duymuş da anlamış mı? Bilemiyorum. Ancak birisi duymuş. Mustafa Kemal ATATÜRK. Ve gereğini yapmış.
“YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ”
Yıl 1931…
Yaklaşık 200 yıldır, Balkanlarda, oralarda buralarda telef edilen insanlarımızın çektiği acıya kulak verebiliyor olmak, ve anlayabiliyor olmak Cumhuriyetin ve Anadolu Devriminin ve Dünya Barışının ilk adımı olmuş.
Sanki o yılları hiç yaşamamışız gibi, hiç ders almamışız gibi. Günümüz halkçıları hala uydurukça konuşmaya, yazıp-çizmeye ve sonuç olarak da akılları başlarına gelmiş de önemli bir ders çıkarmışlarmış gibi “HALKA İNMELİYİZ AZİZİM” türü “okumuş adam sözleri”(!) söylemeye devam ediyorlar. Beni sinirlendiren durum bu. Elbette her zaman sinirlenmiyorum. Sadece kendisini halktan yana tanımlayan kardeşlerimiz bunu söylediklerinde sinirleniyorum.
Bütün bunlara bir yaprak daha eklemek geldi içimden. Yıl 1935. “Cumhuriyet Halk Partisi” nin Dördüncü Büyük Kurultayı.
Lütfen bir fırsatınız olursa tıpkı-basımını bulunuz ve okuyunuz. Orada kullanılan dilin sadeliğini, saflığını ve dilimize gösterilen özeni bulacaksınız. Ayrıca Programın sonunda da sekiz sayfalık bir sözlük var.
Ben, sizlere bir fikir versin diye ön sayfasını ve birkaç maddesini aşağıda dikkatinize sundum.
Bir o zamanın DİL ini, bir de şimdiki aydınlarımızın kullandığı ŞEY i mutlaka karşılaştırınız. Önemli farklılıklar bulacaksınız.
Son sayfamız ise 26 EYLÜL 1932 tarihi olsun. Yani Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dilin önemini vurgulamak için toplanmasını sağladığı Birinci Türk Dil Kurultayı. Şöyle demiş ATATÜRK…
“Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Bunca açıklamanın sonunda sizlere iki sorum olacak:
- Dilimizi ATA mızın dediği gibi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtardık kı?
- KURTARALIM MI?
Saygı ve selamlarımla,
Ali ÇÖMEZ.