Arap ülkelerinden getirtip Saray ve medrese çevresine Müslümanlığı daha iyi anlatsın, yaşatsın ve öğretsin diye konuşlandırdığımız sözüm ona görgülü, bilgili, ince ve olgun insanlar –çelebiler-; ne yazık ki Türk insanını, Türkçeyi saray ve medrese çevresinden uzak tutup, “istikşafi”, “tezvirat” ve “teşmil” gibi “dil değerlerini” “din değeri” düzeyine getirmişlerdir. Bu sözde bilgili ve görgülü kişiler, aklın buyruğu ile İslami değerleri yaymaktan çok Arap Milliyetçiliğini yaymayı görev bilmişlerdir.
Kutsalının daha iyi anlaşılmasını ve anlatılmasını sağlamak için Şirazlı Hacı Devlet Şah Oğlu Mehmet, 1333 yılında en eski Kur’an tercümesini Oğuz Türkçesiyle yazmıştır[1]. En eski Kur’an tercümesi kabul edilen bu çalışma, İstanbul’da Türk İslam Medeniyetleri Müzesi’nde 73 numara ile ziyaretçilerini bekliyor. Cennet sözcüğüne karşılık-“uçmak”, cehennem sözcüğüne karşılık-“tamu”, şahit sözcüğüne karşılık-“tanık”, kitap sözcüğüne karşılık-“bitik”, taam -yiyecek- sözcüğüne karşılık-“yeygü” ve kadir sözcüğüne karşılık-“ogan” gibi % 90’a varan Türkçe dil değerleriyle buradayım; gelin beni inceleyin, araştırın ve bu zamana kadar neden Kur’an’ı anlamadan dinlediğinizin, okuduğunuzun ayırdına varın, diyor.
Eserdeki çoğu Türkçe sözcükler, sözüm ona bilgili ve görgülü Arap milliyetçilerinin önerileriyle ve direnimleriyle yerli kendini bilmezler tarafından pazara çıkartıldı. Hatta bu sözcüklerle Kutsalın anlatımını iman zayıflığı olarak gösterildi. Bazı sözcükler ise –bağırsak- gülünç duruma düşürüldü. Böylece Türk insanı ne yazık ki yüzyıllarca Kur’an’ı anlamadan dinlemeye ve okumaya zorunlu duruma getirilmiş oldu.
Arap milliyetçilerinin önerilerine ve direnimlerine değer verenlerimize baktığımızda, aklın, mantığın ve beş duyunun uyumuyla kabul edilmiş bir inancın iyeleri olmadıklarını görürüz. Bunlar, kutsal betiğimizdeki belgüler –ayetler- ve diğer gerçekler elif gibi orta yerde dururken; ne yazık ki beyin kapılarına başka gerçeklerin girmesini önleyen duvarlar örmüşlerdir.
Karahanlı Devleti’nin kuruluşu olan 840 yılını temel alırsak Müslümanlığı kabul edişimiz yaklaşık 1180 yıldır. Arap yarımadası 1517-1918 yılları arasında 401 yıl Türk egemenliğinde kaldı. Durum böyle olduğu halde Araplar Türkçeyi öğrenmediler, doğrusu öğrenmek de istemediler. Ancak, dünyanın emperyalist abileriyle 102 yıllık danışıkları olduğu halde çoğu arap ülkesi İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı konuşur durumdadır.
Suudi yöneticileri 1. Dünya Savaşı yıllarında olduğu gibi bugün de Türk düşmanlığını Türk ürünlerini almamakla, BAE’leri -Birleşik Arap Emirlikleri- Müslüman olmayan Yunanistan’a, Doğu Akdeniz’deki durum için Türklere karşı kullanmak üzere 19 uçak göndermekle, Türkiye’ye karşı olan Yunanistan, Fransa ve Mısır ile ortak tatbikatlarda bulunmakla övünüyor.
Geçmişimizle olan bağları kopartan, gelecekle ilgili yollara engeller koyan, insanımıza kendi dilinden öğrenme ve öğretme fırsatı tanımayan dil değerlerini bırakmalı. Yüce Yalvacımızı(Peygamber), sağlığında “Veda Hutbesini” yüz binlerle izleyen, öteki dünyaya göçtüğünde ise on altı ya da on yedi kişi ile uğurlayan bir ekinin iyelerine ve onun doğurduğu dile, kutsallığa varan derecede değer vermeyi bırakmalı artık. Çünkü o dilin sözcükleri geldiği ekin alanında dişi ve erkek katır gibi üremeden, türemeden yaşam sürdürürler. Bu durum bizim doğurgan dilimize, kutsal betiğimizin uyruklarına aygırıdır.
Çünkü yüce Tanrı betiğinin –kitap- Rum Suresinin 22. Belgüsünde –Ayet- “..dillerimizi ve renklerimizi ayrı ayrı yarattığını” buyurmaktadır. Çünkü yüce Tanrı, Kur’an’ın Neml Suresinin 18. Belgüsünde adı geçen karıncaların dilini Hz. Süleyman’ın konuştuğu ve anladığı dile, Hz. Süleyman’ın dilini de 1500 yıl sonra ki yalvacına – Hz Muhammed’e– daha iyi anlasın için konuştuğu ve anladığı “Arapça” diline çevirerek iletmiştir. Çünkü yüce Tanrı Kur’an’ı, Arapça, İbranice, Rumca, Farsça, Süryanice, Habeşçe, Berberice-Kıptice, Nebatice ve hangi dile ait oldukları belli olmayan, ancak Arapça olmadığı kesin olan birçok dillerden oluşturmuştur; saf Arapça sözcüklerinden oluşturmamıştır[2].
Yüce Tanrı kuluna ezinç vermez; her şeyi bilendir, her dilden anlayandır ve her şeyi görendir. Sorgu Meleklerinin sorularını Türkçe de söyletir, insanların yakarışları Türkçe de anlar. Bu nedenle Türk insanı, anlamadığı, dişi ve erkek katır gibi türemeyen “istikşafi”, “tezvirat”, “teşmil” sözcüklerini söylemekte, dinlemekte, okumakta ve yazmakta deneyim iyesi olmamalıdır.
Ata andacı –yadigârı- “uçmak”, “tamu”, “tanık”, “yeygü” ve “bitik” gibi Türkçe sözcükleri çocuğu; yeni türetilmiş olan kampüs sözcüğü yerine “yerleşke”, mega sözcüğü yerine “büyük”, proses sözcüğü yerine “çıkıntı” gibi sözcükleri de torunu gibi sevmeli ve kullanmalıdır.
Yüce Tanrı’nın insanları ayrı dillerde ve ayrı renklerde yarattığını Rum-22. Belgüden; karıncaların dilini Hz. Süleyman’a, Hz. Süleyman’ın dilini de 1500 yıl sonra Hz. Muhammet’e çevirterek ilettiğini Neml-18. Belgüden ve Kur’an’ı saf Arapça dilinden değil de değişik dillerin sözcükleriyle oluşturduğunu[3] öğrendim.
En eski Kur’an tercümesinin 1333 yılında Şirazlı Hacı Devlet Şah Oğlu Mehmet tarafından Oğuz Türkçesiyle ve Arap abecesiyle yazıldığının[4]; bu çalışmanın, 1517-1928 yılları arasında Arap Milliyetçileri ve Arap hayranları tarafından çeyiz gibi sandıkta saklanıp Türk insanıyla buluşturulmadığının ayrımına vardım.
Bu gerçekleri öğrendikten sonra sizleri bilmem ama Arapçayı değil de, Türkçeyi çocuğum, torunum gibi daha çok sevmem ve korumam gerektiğini öğrendim.
[1] İsmail PIRLANTA, Yrd. Doç. Dr., Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kur’an-ı Kerim’in Eski Türkçe ve Osmanlıca Tercüme Sürecine Bir Bakış, Diyanet İlim Dergisi,2014 50/2, s. 73
[2] Yılmaz Dikbaş, KURAN’DA ARAPÇA OLMAYAN YÜZLERCE SÖZCÜK VAR, : http://xn--gndemarivi-9db80j.com/gundemarsivi.com/kuranda-arapca-olmayan-yuzlerce-sozcuk-var/
[3] Yılmaz Dikbaş, a.g.y.
[4] İsmail PIRLANTA, Yrd. Doç. Dr.,a.g.y.