Ülkemizde bir organik yani doğal modası var almış başını gidiyor. Organik süt, organik domates, organik zeytin, organik yumurta vb. diye liste uzadıkça uzuyor. Demek ki inorganik yani organik, doğal olmayanlarda var. Hem de fazlası ile yani doğal yetiştirilmeyenler, katkı maddeliler…
Eskiden organik denerek satılan herhangi bir şey var mıydı? Yoktu, ne oldu öyleyse, her şeyi sorumsuzca kirlettik, katlettik ve tükettik.
Artık hangi ayda hangi meyve/sebze çıkar bilmiyoruz. Ocak ayında ne çıkıyor? Evet, size sordum, cevapladınızsa iyisiniz o zaman, ama bunlar haricindekileri de alıyorsunuz değil mi? Kabahat sizin değil, hükümetler vatandaşını koruma sorumluluğunu yerine getirmiyor, esas sorumlu onlar.
Neden hükümetler sorumlu açıklayalım. Anayasanın ilgili maddelerinde şöyle yazar:
Madde 44- Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek ve topraksız olan veya toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır.
Madde 45- Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır.
Yasa bu iken iken özellikle son yıllarda maalesef uygulanmamış, tarım ve hayvancılık iyice gerilemiştir. Soğanı İran’dan, nohudu Meksika’dan, mercimeği Kanada’dan, pirinci Rusya’dan, kırmızı eti Çekya ve Brezilya’dan ithal eder duruma düştük.
Unutmadan, Ocak ayında çıkan meyve/sebzeler; brüksel lahanası, pırasa, kereviz, greyfurttur.
Emeğinin karşılığını alamayan köylünün geçim kaygısıyla kente göçü de kaçınılmaz olacaktı. Önlem de alınmayınca da tahmin edilen oldu. Türkiye nüfusunun %75’i köylerde yaşarken bu oran her geçen yıl azalarak devam etmektedir.
Oysa Mustafa Kemal Atatürk ‘’bu milletin asıl sahibi, efendisi üretici olan Köylüdür’’ diyerek köy ve üreten köylüyü taçlandırmıştı. Sanayi toplumu olmak demek tarım ve hayvancılığı ihmal etmek, yok saymak, ülke kaynaklarının dışına mahkûm etmek olmamalıdır. Köylüler şehirlere gitmek zorunda bırakılarak, mutsuz bir toplum da yaratılmıştır.
Köyden kente göçü önleme köy kalkınmasından geçer. Aslında geçmişte bu yönde önemli çalışma ve girişimler olmuştur. 1937 yılında Trakya Umumi Müfettişi Kazım Dirik tarafından yaptırılan ’’İdeal Cumhuriyet Köyü’’ bu konuda yapılmış çok değerli bir projedir.
Okul, ebe ve sağlık korucusu, revir, kooperatifler, spor alanları, damızlık ahır, mandıra, değirmenler, fabrika, köy gübreliği, pazar yeri, aşı durağı gibi neredeyse tüm gereksinimi karşılayacak 43 yapıdan oluşan bilimsel bir köy-kent projesiydi. Afet İnan’a, bu çalışma ekonomik kalkınma konusunda esin kaynağı olmuş ve 1972’ de Cumhuriyet gazetesindeki bu konuyu yazmış ve çok çaba sarf etmiştir.
Proje Bülent Ecevit tarafından ’’Köy-Kent Projesi’’ olarak 1978’ de Van ve Bolu’da birer köyde uygulanmaya başlanmış ama 1979’da iktidardan ayrılması nedeniyle sonuçlandırılamamıştır.
2000 yılında Ordu’nun Mesudiye İlçesi’nde yeniden başladı. Dokuz köyü kapsayan projede yüzde 75’i tamamlanmasına rağmen iktidar değişimi sonrası yarıda bırakılmasıyla, yapılan çalışmaların büyük bölümü de atıl kaldı. Köy-Kent yaklaşımının en önemli etkisi iş olanaklarına kavuşturulan kırsal nüfusun kentlere göçü sonucunda büyük kentler civarında oluşacak nüfus yığılmalarını engelleyerek, sağlıklı kentleşmenin sağlanmasında görülecekti.
Ülkemizdeki milli birçok önemli başarılı girişimler nasıl engellendiyse bu projede öyle haince müdahale sonucu gerçekleşememiştir. Yani; 1926 yılında Kayseri’de kurulan ilk uçak fabrikasının ABD’nin 1948-1951 arasında yaptığı Marshall Planı yardımı karşılığında kapatılması gibi…
‘’Zararın neresinden dönsen kardır’’ deriz ya, iş işten geçmiş değildir. Hükümetlerin köylüye gereken değeri ve desteği vererek, bu sefer tersine yani kentten köye dönüşleri cazip hale getirmek yapılacak önemli bir görevdir. O halde toprak işleyenin, su kullananın olsun…
Anadolu toprağı, insanları ve kültürü gibi çok zengin, dünyanın en zengini hem de…
Bu zenginliğimize örnek olarak Hrant Dink’in anlatımından çok etkilendiğim gerçek bir hikâyeyi aktarmak istiyorum.
‘’Sivas’ın kazasından yaşlı bir bey beni aradı. Dedi ki: Oğul, burada yaşlı bir kadın var, herhal sizdendir. Allah’ın rahmetine kavuştu. Bunun yakınını bulursanız gönderin, gelip alsınlar veya namazını kılıp gömeceğiz. Beatrice hanım diye biri. Fransa’dan oraya gezmeye gitmiş. 10 dakika içerisinde buldum, gittim dükkânlarına dedim ki: Böyle birini tanır mısınız? Bir kadın döndü, benim anamdır dedi. Senin anan nerede? Fransa’da yaşar abi, Türkiye’ye 3-4 kez gelir, kalkar terk ettiğimiz köyüne gider, ama İstanbul’a ya uğrar ya uğramaz.
Dedim böyle böyle, kalk git. Ertesi gün bana telefon açtı. Bulmuş Anasını. Naaşını getireceğim ama burada bir amca var dedi, ağlamaya başladı ve telefonu amcaya verdi.
Amca: Kızım anandır, malındır ama bana sorarsan bırak kalsın, burada gömülsün. Su çatlağını buldu, dedi.
Ben döküldüm, orada döküldüm. Anadolu insanının ürettiği bu deyişten döküldüm, bu algılamadan döküldüm. Evet… Su çatlağını bulmuştu.’’
Ve bu hikâye bana Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’ye gelen ve burada ölen işgal güçleri askerleri ve yakınlarına 1934 yılındaki şu seslenişini hatırlattı ve gurur duydum Anadolu İnsanı olarak…
“Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.
Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır.
Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Evlat evlattır, dini, mezhebi, rengi, cinsiyeti fark etmez. Ana için, dolu doludur onlar, Anadolu’dur…
Sağlıcakla kalın, saygılarımla…