Elimdeki sopayla, zil çaldığı halde içeri girmekte geç kalan kız çocuğunun sırtına vurayım derken, alçıdan yeni çıkmış koluna vurdum. Kız ayaklarımın dibinde yığılıp kaldı. Afiyetim kaçtı. Öğretmenliğimin bu ilk yıllarında Türkçenin doğru dürüst konuşulmadığı, karışık etnik toplulukların yaşadığı, yeni göreve başladığım Nusaybin’de neydi başıma gelen! Hangi etnik topluluğun bireyidir bu kız? Ailesi nasıl bir tepki verecek? Eli sopalı öğretmen nasıl oldum, niçin oldum? Bu sorular yanıtını bulmadan, ben de kız çocuğun yanına yığılmak üzereyken, kız ayağa kalkar, acısını içine gömüp yüzüme bakarak ve ancak bir annenin ya da öğretmenin sevecenliği ile bana sarılarak:
“Öğretmenim, ne olur üzülmeyin! Bak, benim hiçbir şeyim yok, kolum kırıktı. Alçıdan yeni çıkardık, onun için acıdı. Sizin hızlı vurmanızdan değil öğretmenim,” dedi ve ekledi;
“Bak, kolumu kaldırabiliyor, parmaklarımı oynatabiliyorum, siz üzülmeyin öğretmenim,” dedi.
Bağı çözülen ayaklarımın üzerine durmaya, kanı çekilen yüzüme kan gelmeye başladı. Derin bir nefes alıp, yaptığına pişman bir durumda, affedilmiş bir çocuk gibi Peyruze kızım ile sınıfa girdim. Bu kez de ucuz atlattım, Allahtan çocuk beni çok seviyordu! Çocukları ödevlendirdikten sonra, göz kapaklarımın arkasında aklımı duygularımdan uzaklaştıran “anlamsız alışkanlık köpeklerimi” cezalandırmak için aradım, bir zaman. Karmaşık duygu yoğunluğundan aradıklarımı bulamadan ders zili çaldı, dışarı çıktık.
Öğrenmenin, öğretmenin sadece ve sadece okullarda öğretmen diplomalı kişilerce gerçekleşebileceğini sanıyordum, bu ana kadar. Beni özümseyen, kabullenen ve seven bir öğrencim tarafından herhangi bir konuda öğretilebileceğimi hiç düşünmemiştim. Evet, öğretmenin ve öğrenmenin yolunun sadece okul olmadığını, değişik yol ve yöntemlerle hayatın doğrudan doğruya kendisi tarafından olabileceğini de anlamış oldum. Peyruze kızımızın bana öğrettiği;
“öğretmenim, ben sizleri sevdim, kabullendim. Birlikte yapacaklarımız ve düşüneceklerimiz sopanın gölgesinde olmamalı,” gerçeğidir!
Bu yaklaşım, bu düşünce okul ortamında kazanılmadığı, öğretmene rağmen okulöncesi bir ortamda kazanıldığı açık bir şekilde görülmektedir! Çünkü kızımız birinci sınıf öğrencisiydi. Ben her şeyin okulda, öğretmen aracılığı ile öğrenileceği düşüncesinin esiri, düzenin temsilcisi olarak Peyruze kızımızın bu iletisini önemsemedim. Sopa ile verilecek eğitimin sahte kişilikler doğuracağını anlamadan, Peyruze kızımız için yaptığım hatanın benzerini, dört yıl sonra 5. Sınıfa gelen aynı öğrencilerime –kötü alışkanlık kudurmuş köpekten beterdir- uyguladım.
Ders zili çalıp sınıfa girdiğimde ortamı toz duman içinde buldum. Kırk dakika boyunca bu kirli havayı “nasıl teneffüs ederim,” deyip yapanı bulmadan, sorgulamadan, öç alma duygumu ve düşüncemi eylemle birleştirip sınıftaki öğrencileri sıra dayağına çektim! Çünkü yatırım aracı okul, yatırımcı olarak ben ve yatırım nesnesi olarak öğrenciler zarar görmüştür, diye düşündüm. Öğrenciler, kovanlarına çomak sokularak incitilen balarıları gibi karışmış bir durumda, ben ise büyük bir iş başarmanın gururunda çocukların susup derse başlamayı bekledim.
Yaklaşık on dakika çocukların oflamalarını, acısı geçer diye ellerini sallayıp puflamalarını ve ağlamalarını seyrettim. Zaman ilerleyip acılar dindikçe sınıfın havası normalleşiyordu. Ancak, sınıfın en çalışkan ve en çok da sevdiğim öğrencisi Sedat’ın ağlaması bir türlü dinmiyordu. Çaresizliğimi belirtmemek için derse başladım. Ders anlatırken göz ucuyla sol başparmağını sağ avcunun içine, zaman zaman da ağzının içine alıp, sesli ağlamayan ancak gözyaşlarını da dindiremeyen Sedat’ı izliyorum. Onun da derse katılmasını istiyorum. Bunun için yol ve yöntem arıyorum, bir taraftan da öğrencilerimin tümünü sıra dayağına çekişime isyan eden vicdanımın sesini dinliyorum. İki şişirilmiş balonu iplikle masamın üzerinde duran çubuğun iki ucuna bağlayıp, ortadan başka bir ip bağlayıp dengeye getirdikten sonra çocuklara sorumu sordum:
“Çubuğun iki ucunda sarkıtılan şişirilmiş ve dengede duran balonlardan birini toplu iğne ile patlatalım,” patlattık. Dengede duran düzenek şişik balon yönünde eğildi.
“Sizce bu deney sonunda ne söylenebilir?” sorusuna yanıt vermek için Sedat’la beraber on öğrenci parmak kaldırdı.
Sedat, acıyan eliyle gözyaşlarını siliyor, bir taraftan da işaret parmağını dikkatimi çekmek için havada sallıyordu. O, parmağını salladıkça ruhum kırbaçlanıyor, göz pınarlarım dolup dolup taşıyordu; sevindim, Sedat’ı da derse kattım; bir kere daha bağışlandım, anlaşıldım!
“Söyle bakayım Sedat,” Sedat ayağa kalkıp nemli gözlerle:
“Bu deney bizlere havanın da bir ağırlığa sahip olduğunu gösteriyor,” dedi.
Sorunun yanıtını Sedat’tan aldıktan sonra öğrencilerin deneyi çizerek yazmalarını, istedim. Kürsüye geçip, başımı iki elimin arasına alıp, duygularımla anlaşan vicdanımın bana seslenişine kulak verdim:
“Cesaretlenene kadar cesaretsiz olanı, okuyup yazana kadar okuyamayanı, tayının başka yere çıkana kadar öğrencilerinin hepsini çok seveceğin yerde, suçsuz yere öğrencileri sıra dayağına çektin! Hoşgörüyü insana batırılacak topluiğne gibi gördün! Düzenin sana verdiği diplomaya güvendin; davranış kazandırmadın, balık tutmasını öğreteceğin yerde sadece öğüt vermeye çalıştın! Zorun ve zorunluluğun ortamında yetişen, yetişecek olan şahsiyetlerin ikiyüzlü, yapmacık, yaratıcı yeteneğinden ve ileri düşünceden yoksun olacaklarını hala öğrenemedin. Eğitimde korkuyu ve korkaklığı övüp, zorun gücüyle saygı beklemek kişinin beceriksizliğinin göstergesi olduğunu bilmiyor musun? Bu tavrınla öğrencilerin saf, temiz ve dürüst bellek kapılarına asma kilit vurduğunun farkında mısın? Öğrencilerle takım arkadaşı gibi olman, mutluluğu paylaşman, denenmemiş genel kanılara kendini tutsak etmeden, öğrenmek ve öğretmek için değişik yol ve yöntemler uygulaman gerekirken; öfkeyi, kini eğitim aracı nasıl yaparsın? Zor kullananın güvenilmez olduğunu bilmiyor musun? Sana teslim edilen bu çocukları bu yol ve yöntemle yarınlara nasıl ulaştırmaya çalışırsın?”
Yüce Tanrı’nın insan bedenindeki evinden-vicdan- gelen bu ses, benim tez canlılığımı, bilgisizliğimi, işimi ucuz ve cezalandırma yöntemleriyle yapışımı haklı olarak suçluyor; aklımı, duygularımı arkadaş yapıp eyleme öylece geçmem gerektiği konusunda uyarıyordu. Vicdanıma yanıt olarak:
“Evet, çok haklısın. Çocuklardan, o körpe ellerinin etlerini, parmak kemiklerini sopayla acıttığım için nefret dolu yaklaşımlar beklerken; hiçbir şey olmamış gibi sevgi, saygı ve hoşgörü kavramlarını karşılıksız işletmeleri göz kazanlarımın suyunu kaynattı. Çocuklar beni sevgileriyle, saygılarıyla ve de hoşgörüleriyle dövüp, içimin yağlarını eritti. En büyük, en kaliteli, en kalıcı öğrenmenin sadece öğretmenden, duvarlarla çevrili okul alanlarından oluşmadıını; anadan, babadan, doğrudan doğanın kendisinden, çocuklardan, her yaş ve her kişiden, hayvanlardan olabileceğini, zorun ve zorunluğun ortamında yapmacık bir kişiliğin filizleneceğini, “öğrenmenin” ve “öğretmenin” ikiz kardeş olduğunu öğrendim, ” dedim.