Bu yazımda karşılıklı konuşma konusuna değineceğim. Bir dilin sözcüklerine egemen olmak isteyen, söz söylemek, söylev vermek isteyen; ilişki kurmak ya da ilişkisini sürdürmek isteyen; dargın olmak istemeyen, gizli bir şeyi açığa vurmak, ele vermek isteyen; geçerli olmak, etkin olmak, şık ve zarif görünmek isteyen; konuşmayı karşılıklı yapmak, ilişkiyi karşılıklı sürdürmek durumundadır. Özellikle anadilde yapılan bir konuşma ekmeğin üzerine sürülmüş tereyağı, yakaya sürülmüş kokudur.
Yüce Tanrı, yüce betiğinde(Kur’an) “karşılıklı konuşma” konusunu soru-yanıt(cevap), anlatı(kıssa), tartışma, açıklama, tekrar, betimleme(tasvir), özendirme(teşvik), sakındırma, karşılaştırma, dikkat çekme, inandırma(ikna), somutlaştırma ve seslenme(hitap) şeklinde 13 başlığa daha bir önem vererek anlatmaktadır.
Yukarıda saydığımız konuları tek tek incelediğimizde diyaloğun muhataplarıyla nasıl bir alçak gönüllülükle yapıldığı açık bir şekilde görülecektir. Bu tür bir yaklaşımın eğitimdeki önemini vurguluyor ve diyorum ki: “Karşılıklı konuşma konusunda bu kadar yol ve yöntem var iken, yüce Tanrı, yüce betiğinde bunları buyurmuşken; yaşamda, özellikle eğitimde zorun ve zorunluluğun bir yöntem olarak hala annelerin, babaların, eğitimcilerin, özellikle de etkin ve yetkin din görevlilerinin uygulama alanında yer bulması düşündürücüdür!”
Gidecek olduğunuz mahalleye vardınız. Yol kılavuzunuz(navigasyon)da yok. Sokağı daha erken bulmanız için bulunduğunuz yerdeki esnafın birine, ya da temizlik işlerinde görevli birine: “ ‘A’ sokağı nerededir? Bana çabuk söyleyin!” şeklinde soru sorarsanız, ekşimiş bir yüz ifadesi ile yüzünüze bakmadan, “Bilmiyorum,” ya da, sorunuz duvara söylenmiş bir kişi ile karşılaşırsınız. İsteğiniz, “Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar; özür dilerim, bir şey sorabilir miyim? ‘A’ sokağına gideceğim, bana tarif edebilir misiniz? “ şeklinde olursa; karşınızda bütün yardım sever duyguları seferber olmuş bir kişilik bulursunuz. Neden? Karşılıklı konuşmada alçak gönüllü olmayı, tatlı davranmayı belgi edindiniz de ondan.
Baktığımızda “karşılıklı konuşmada” alçakgönüllü olmayı, hatır sormayı, başkalarının düşünce ve kanılarını özgürce dile getirmeyi ve düşüncelerine göre yaşamayı, hoşgörüyü ilke edinmiş bir atanın evlatları olduğumuzu görürüz. Boğaç Han Öykülerindeki “karşılıklı konuşmalar” bunlara örnektir. Dirse Han evine geldiğinde hatununa şöyle seslenirdi:
“Beri gel başımın bahtı evimin tahtı
Evden çıkıp yürüyünce servi boylum
Topuğunda sarmaşınca kara saçlım
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
Çift badem sığmayan dar oğlum
Kavunum yemişim düvleğim
Görüyor musun neler oluyor ”
“marifet iltifata tabidir” sözü bütün gerçekliğiyle ortada dururken, atalarımızın hatunları ile diyaloğu Boğaç Han öyküsündeki gibi iken, bizlere ne oldu da bunun gibi güzel anları özlemle arar olduk?
Söyleyeyim: “Yöneticilerimizin çoğu, yukarıdaki ata yaklaşımını bırakıp Arap milletinin kadına bir nesne gibi bakış felsefesini yüceltti, Arap ekinini kutsadı, yüce betiğimizi, yalvacımızı belgi edineceği yerde; insanımızı ikiyüzlü, yapmacık yapan zor ve zorunlu uygulamalarla yetiştirdi. Tanrının ve insanların sevgisinden yoksun günahları sıradanlaştırdı; aşırı keyfin ve hazzın doruğuna çıkmak istedi, kıskançlığın atmosferinde kanat çırptı, hak etmişliği değil de haksızlığı birincilik kürsüsüne çıkardı; çarığı başa sarık, hırsızı da sürüye çoban yapmaktan vazgeçmedi; alın teri ile kazanmayı bırakıp birilerinin omzuna çıkarak hayat sürdürenleri alkışladı. İletişimsizliği, beğeni ve takdir duygusunu para ve mal kazanma duygusunun yanında hem yetim, hem de öksüz bıraktı; itirazı alınmış düşünceye sahip kuşaklar yetiştirdi. Zevki, günaha karşı gelmekte değil de, İnanca aykırı durumları görev haline getirmekte buldu. Çıkar için dost edinip gezenlerle bir olup, çıkar için dost derisi yüzen oldu. ”
Halk arasındaki karşılıklı konuşmayı, “düşünce” yerine Arapça “mütalaa”, “altı” yerine, Farsça “şeş”, “uygulayım bilimi” yerine Fransızca “teknoloji” ve “e-posta” yerine, “e-mail” gibi sözcükleri kullanarak zayıflatırsınız; beden ve düşünce yönünden ürün vermeden hazıra konmuş olursunuz. Yunus Emre’nin dünyasını değiştirdiği yaklaşık 700 yıl, Pir Sultan Abdal’ın yaklaşık 500 yıl olmasına karşın belleklerdeki varlıkları yani sözleri hala dünkü tazeliği ile durmaktadır. Neden? Çünkü onlar, okullu olarak, belge alarak yeterlilik aramadan sevdikleri işi seçerek, isteyerek yapmışlardır; çünkü onlar, halka rağmen bir dil değil, halk ile beraber halk için, halkın dilini kullanmışlardır da ondan!