Kılıksız, Yokluğun ve yoksulluğun hediyesi elbiseleri pazarcı tezgâhındaki içyağı gibiydi, uzun zaman giyinmek durumunda kaldığı ceketinde ellerinin değdiği yerler daha parlak ve daha koyu idi; ellerinin ve pazılarının üzerindeki damarlar, gübresi bol topraktan çıkmış solucanlar gibi duruyordu. Mevcut gençlerin en yaşlısı ve en deneyimlisi, buna rağmen fark edilmeyen, beğenilmeyen ve de bir türlü evlenemeyen bir delikanlı idi. Bu duruma etki eden faktörlerin başında giyim kuşam olduğunu biliyordu, fakat yapacak bir şeyi yoktu. Solukluğa, istenmemişliğe, fiziksel çirkinliğin, hele bir türlü önleyemediği salyalarının ceketinin yakalarına ve gömleğine damlaması sonucu bıraktığı izlerin katkı yaptığını da anlıyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bu durumu kabul edilen bir mağlubiyet olarak görmüyordu. Fiziksel gücünü kullanmadan tüm gücünü diline iterek mücadeleyi yeğliyordu.
Yüce Yaratan’ın hiçbir kulunu İnsana fayda veren, yenilebilen, içilebilen kendisinden faydalanılan diğer maddî ve manevî şeylerden payına düşeni vereceğine inanıyor; mücadelesini de bu inanç doğrultusunda sürdürüyordu. Aman zaman düşünceleri yoğunlaşıp kanatlanınca, sessizlik de çatlayıveriyor; dudaklarından sitem dolu sözcükler dökülüyordu. Üretim araçlarına sahip olanlara, toprak sahiplerine, ağalara, beylere, etkin ve yetkinlere sesleniyordu: ‘beni de Allah yarattı, ben de insanım. Denizler ve de dağlar yürüyüp bu yerler dümdüz olmadan beni görün ve beni anlayın der gibi mısralar dökülüyordu dudaklarından:
Merğazi tepeleri
Olacaklar hep dümdüz
Yakışığı bol gençler
Evlendiler hep ucuz
Aşkın yaşamın kendisinde saklı olduğuna, sevgiliye ulaşacağına inanıyor, bu sevgilinin de çok önde olduğunu düşünerek umudunu sürekli iri ve diri tutuyordu. Önüne ‘harami’ gibi dikilen dağların onu sevdiğine ulaşmada engel olamayacağını haykırıyordu. Çekmeden hiçbir şeyin beri gelemeyeceğini, kopamayacağını biliyor, mücadelesini bıkmadan usanmadan sürdürüyordu. Beyninde olgunlaşan şiir dizelerini de şöyle ifade ediyordu:
Habu koca yokuşi
Nasıl çıkarım, sen de
Vallah vurmazdum oni
Sevduğum belki önde
Konçina gibi hareket etmekten, olmaktan hiç haz etmiyor ama yapacak bir şeyin olmadığını da biliyordu. Ruhunun yumuşaklığını, hafifliğini ve de sıcaklığını kızların bir türlü hissetmemesini, anlamamasını yadırgıyordu. Fiziksel güzelliğini ya da yakışıklılığını ruhsal güzellikle donatmayan bir insanın eksik olduğunu, yarım olduğunu biliyor ama bir türlü bunu kimselere, hele zamanın kızlarına inandıramıyordu. Karalığının, çirkinliğinin geçici olan çobanlıktan, ‘güneşin gökte fırın yaktığı ‘ günlerde teninin yanmasından kaynaklandığını bakın dizelere nasıl yerleştirip ifade ediyor ve de ona inanmalarını istiyordu:
Bakma öyle siyahım
Ben koyun çobanıyım
Yıka da tara beni
Bak ne güzel olurum.
Urgan örgüsü gibi sevgiliyle tek vücut olup, iki ayrı bedende aynı hazzı ve mutluluğu tadamıyordu. Aşkı, göz kapaklarının arkasında sakladığı bakışlarında yaşıyordu. Kuşların, köpeklerin, kedilerin arkadaşlıklarını bile kıskanıyordu. Mart aylarında kedilerin miyavlamaları, çaresizliğini harekete geçiren bir kırbaç etkisi yapıyordu, kendinde. Umutsuzluğun tavan yaptığı bu aylarda bedenindeki fiziksel ve ruhsal zararı aza indirmek için sevgilisinin ip atıp sallanışını seyrediyordu, kirpiklerinde.
Mart kapıya dayandı
Kediler da mavladi
Ne yanlara gideyim
Herkes yarini aldi
Bu öykünün kahramanını tanımıyoruz. Kahramanımızı ölümsüz kılan her an beden gücünü kullanmasından korkulduğu halde buna başvurmayıp, gücünü diline itmiş olması ve yaşamını bu tarz üzerine kurmuş olmasıdır. İtilmenin, kakılmanın ve de horlamanın salgın olduğu toplumlarda kendine ve topluma zarar vermeden yaşam sürdürmenin en önemli yol ve yöntemi bu olsa gerek.