Bir çok akşamları olduğu gibi Çankaya Köşkü’nde Mustafa Kemal koltuğunun içine bağdaş kurmuş kitap okuyordu. İyice dalmış. Başucunda ayaklı bir lamba, oda loş. Elle tutulur bir yalnızlık.
Kapı usul usul açıldı. Fikriye, üzerinde saten bir sabahlıkla, saçları omuzlarına dökülmüş, içeri girdi.
Paşanın önünde durdu.
Mustafa Kenai onu fark edince, birden kitabını kapattı, doğruldu.
Biri, izin almadan kitabıyla Paşa’nın arasına girdiğinde nasıl canının sıkıldığını kimse bilemezdi.. buna karşın yine de zarif, nazik bir tavırla konuştu Mustafa Kemal:
-Aa.. Hayrola Fikriye Hanım? Gel bakalım otur karşıma.. Otur. Bak şu tabakta çok güzel çukulatalar var dedi.
-Teşekkür ederim Paşa’m, istemiyorum. Şey….
-Söyle bakalım hazırlandı mı? Her şey tamam mı?
-Bir şey rica edecektim Paşa’m. Ama n’olur bana kızmayın. Son bir rica bu.
Böyle söyledi ve hüzünlü bir mahcubiyetle boynunu büktü. Mustafa Kemal’in kaşları çatılmıştı. Biraz sıkılmış gibiydi. Bu girişin ardından iyi bir öneri gelmeyeceğini anlamıştı.
-Sana hiç kızdım mı Fikriye, diye sordu. Söyle bakalım ne istiyorsun?
-Sizinle Bursa’ya gelmek. N’olur Paşa’m izin verin? Bir kerecik. Bir kerecik..
Sizinle birlikte, bir geziye katılmak iztiyorum. Bu, Fikriye’nizin son ricası olacak Paşa’m.
Şimdi Fikriye, gözlerinden sel sel inen yaşları siliyordu. Mustafa Kemal durdu.
Kaşları çatılmıştı.
Bütün planları bozuluyordu.
İki arada kalmıştı. Red etse…. Fikriye’nin sağlığında bir aksilik çıkarsa çok üzülecekti. Kabul etse…Latife’ye ne diyecekti?
Hem de neden?
Düşüncesini kısa kesti ve kendini bir hayli zorlayarak:
-Madem istiyorsun.. Gel Fikriye, dedi.
Yüzü iyice asılmıştı. Ama genç, hasta kadın sevinçten uçuyordu:
-Ah Paşa’m, ah Paşa’m, diye Mustafa Kemal’in ellerine sarıldı. Çok teşekkür ederim, çok… Bana en iyi ilacı verdiniz.
Sonra Paşa’nın ellerini öpmek istedi ama Mustafa Kemal titizlikle çekti ellerini.
Kadınların ellerini öpmesini her zaman yadırgamıştı.
-aynı arabada mı gideceğiz efendim?
Bu kadar fazla gelmişti o an.hemen hiç ara vermeden:
-Hayır! Bu resmi bir gezi sayılır, dedi. Yanımda iş arkadaşlarım var. konuşacak şeylerimiz olacak.
-Bağışlayın düşünemedim. Ama olsun. Sizi arkanızdan izlemek bile dünyalara değer.
Çok teşekkür ederim, çok.
Mustafa Kemal bir sevgi yüzünden böylesine zora koşulmayı ilk kez yaşamıyordu.
Ama sıkılmıştı.
Yerinden kalktı, Fikriye’nin elini tuttu, onu kapıya doğru götürürken zorladığı iyice belliydi.
Yine de en yumuşak sesiyle konuşarak oda kapısını açtı ve gülümsedi:
-Şimdi odana git. Yarın sabah görüşürüz. Çok erken yola çıkacağız.
Fikriye çıktıktan sonra kapıyı kapayan Paşa, masaya gelip iç telefonu açtı.
Canı iyice sıkılmıştı.
Sert bir tavırla:
-Salih! Hiçbir istediğimi yapamayacak mıyım ben diye öfkeyle sordu.
Yaver Salih şaşırmıştı:
-Ne gibi Paşa’m?
-Öyle ya… Sen odanda rahat rahat otur ve bana sor yalnız: “Ne gibi Paşa’m?” Bizim düzen bozuldu yaver, haberin olsun.
Gören de beni dünyanın en güçlü adamı sanır.
N’olacağı var mı?
Fikriye geldi az önce. “Beni de Bursa’ya götür diye tutturdu.”
Özürler, yalvarmalar, gözyaşları.
Bilirsin böyle şeylere dayanamam.
Sevmem de.
“Bu son ricamdır.” Gibi acıklı sözler. Olan oldu.
Sonunda onu da götürüyoruz.
Anlıyorsun değil mi?
Salih’in cevabı kısaydı:
-Anlıyorum efendim.
-Öyleyse gereğini yap.
Salih Bey’i inanılmaz şaşkınlıklar içinde bırakarak telefonu sertçe kapattı.
O anda, hiçbir şeyin tadı ve önemi kalmamıştı. (Nezihe ARAZ. Mustafa Kemal’le 1000 gün. Apa ofset. S: 92-93. 1996. İstanbul)