Bavulumu topladım. Biletimi aldım. Dönüyorum. O büyülü kente. Hasret bitiyor. Sürgün bitiyor. Çocukluğuma, gençliğime, güzel anılara, dostlara, sokaklara, kısacası evime dönüyorum. Muthiş heyecanlıyım. Uzun bir aradan sonra yeniden göreceğim tanıdıkları. Nasıl karşılayacaklar? Eski tadı bulabilecek miyiz? Karşılaşma senaryoları uyduruyorum kafamda. Hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini bile bile.
Kent aydınlanmacısı Av. Temel Aydınoğlu geliyor aklıma. Halkevleri başkanı. O günkü anlayışlarımızla ne kadar küçümsesek de kent yaşamını kültür ve sanatla zenginleştiren adam. Tiyatroyu ücra köylere kadar taşıyor. Folklor onun öncülüğünde yayılıyor, zenginleşip renkleniyor. Kenti karanlığa boğmak isteyenlerin hedefi oluyor. Alçakça bir cinayet.
Kahraman Ezber’i düşünüyorum. Genç, pırıl pırıl üniversite öğrencisi. Dostum, öğretmen abimiz Mehmet Ezber’in oğlu. Köy Enstitüsü mezunu babanın geleceği. Bizim geleceğimiz. Geleceğimizi karartıyorlar.
Aramıza acılar, darbeler, cinayetler giriyor böylece. Yine de kente küsmenin alemi yok. Bu dönüş anında kötümser olmanın faydası da yok.
İyi şeyler düşünmeli dönüş yolundaki bir sürgün de.
Gülümsüyorum bu noktada. Beni gülümseten olaylar bir film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden.
***
Kırık dökük, yer yer boyaları çatlamış, Austin marka otobüsle, köyümüze, Holefter’e gidiyoruz. Her yıl yaz başı, okullar tatil olunca köye gitmek adetten. Eğlenceli ve biz çocuklar icin heyecanlı yolculuk birazdan başlayacak. Otobüs bir türlü hareket etmiyor. Sabırlar taşmak üzere. Her yolcunun son anda bir eksiği çıkıyor. Yer ayırtanlar asla zamanında gelmiyor. Şoför Tahsin hiç acele etmiyor.
Nihayet hareket ediyoruz. Koltuğuma kuruluyorum. Pencere kenarı, püfür püfür esiyor. Çömlekçi’den Değirmendere’ye kadar en az 10-15 kez duruyor otobüs. Koltuk araları ve otobüsün en arka koltuklarının önündeki boşluk, un ve erzak çuvallarıyla doluyor. Çuvalların üzerinde eğlenceli bir koşuşturma başlıyor biz çocuklar için. İşte Değirmendere’yi geçtik. Artık durmak yok. Hareket halindeki otobüsten dışarıyı özellikle denizi seyretmenin keyfine diyecek yok doğrusu.
Arsin’i de gectik. Denizden ayrıldık, İçeriye dağlara doğru, köy yolunda, yemyeşil fındık ağaçlarını, kızılağaçları yaran toprak yoldayız. Kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Yokuşlarda oldukça zorlanıyor bizim Austin. Yolculuğumuz yarım saat daha sürecek ve dağlarla kucaklaşacağız. Son molayı Gazmaç da veriyoruz. Bizim köyden de köpüklü çağıltılarla geçerek sahile koşan dere, burada denize yaklaşmanın sükunetine kavuşuyor sanki. Durgun, dingin akıyor. Kayalarda sekerek en yufka yerleri buluyor, oradan ayaklarımızı sokuyor, serinliyoruz. Annem, “ıslanacaksınız” diye uyarıyor. Babam, herzamanki hoşgörürlüğüyle “rahat bırak çocukları” diyor. Taş olukta biriken suyu kana kana içiyoruz. Gazmaç’ın suyu meşhur. Çimenlere uzanıyor çoğu yolcular, beş dakika da olsa çıplak ayaklarıyla toprağa değiyor ve dinleniliyor.
Artık yollarında yalınayak yürüyeceğimiz, idare lambaları ile aydınlandığımız ve geceleri erkenden yattığımız köy hayatı başlıyor.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda evimizin penceresinden, tarlamızı, oradan bana uçsuz bucaksız gibi görünen fındıklığımızı seyrederken, nasıl kendimden geçtiğimi, aslında insanın hüzünle dolması gereken bu ortamda, nasıl olup da sınırsız bir zevkle kucaklaştığım, bugün bile açıklanması zor bir durum gibi geliyor bana. Belki de kendimle baş başa kaldığım ender anlardan biridir de ondan. Anımsadıkça, yaşadığım keyifin tadı belleğimdedir ve coskuyla dolarım.
***
Havaalanından bindiğim taksi, Nemlioğlu Konağı’nın köşesinden kıvrılıp sokağımızı boydan boya kattettiğinde evimizi geçmiş olduğumuzu anlıyorum. Sokağın sonuna gelmişiz ve ben evimizi farketmemişim. Kabadayı’ların kocaman meyva dolu bahçesi yok olmuş. Çataltepe’lerin tek katlı minik evleri sokağın bu köşesinde olması lazım. O da yok. Hem buraya kadar geldiğime göre bizim evi geçmiş olmam gerekiyor. Taksiden iniyorum. Bavulumu sürükleyerek geriye doğru yürüyorum. Gözlerim sokağımızda bir tanıdık boşuna arıyor. Çocukluğumuzun oyun mekanı olan arsalar apartman dolmuş. Hacifilis’lerin kocaman konağı da yok.
Bizim iki katlı ahşap evimizin yerinde yeller esiyor. Evimiz yıkılmış ve boş arsa üzerine iki otomobil park edilmiş duruyor. Bizimkiler bu arsanın bitişiğinde sonradan yaptırdığımız eve taşınmışlar.
İçimde bir ürküntü, zili çalıyorum. Heyecanlı bir kucaklaşma.
Kentimle bu yeni ilişkim eski sıcaklığını bulacak mı?
Bunu kendime bile sormaya çekiniyorum!
(Ali Ustaömeroğlu’nun anımsatması üzerine daha önce yayınlanmış bir yazının kısaltılmış ve düzenlenmiş halidir.Trabzon’da çıkarılanAda Dergisi’nde yayınlanmıştır.)