Devrimci CHP’den, gerici AKP’ye nasıl geldik?
Devlete hizmet eden partiden, devletin hizmet ettiği partiye… Varlığını devlete feda eden kadrolardan, tüm varlığı yandaşa aktaran kadrolara… Ne mutlu Türküm diyenden, çok şükür ümmetim diyene… Akıl-bilim rehberliğinden, tarikat-cemaat önderliğine…
Kısaca anlatmaya çalışacağım.
Her şey Fransız ihtilali ve Sanayileşme Devrimiyle başlamıştı. Dünya kasıp kavruluyordu. Toplumlar parçalanıyor, devletler çöküyordu.
Kaçacak deliğimiz yoktu. Biz de bazı ülkeler gibi payımıza düşeni alacaktık.
Felaket giderek yaklaşıyor, sancılar artıyordu. Ya yıkılıp yok olacaktık ya da küllerimizden doğacaktık.
1 asra yakın süren can çekişmemiz, 29 Ekim 1923 tarihinde mucizevî bir doğumla sonuçlanınca bebeğe ‘Cumhuriyet’ adı verildi.
Mucizenin lideri şöyle diyordu; “benim iki büyük eserim var; biri Türkiye Cumhuriyeti, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’dir.”
Atatürk, bu sözleriyle devleti ile partisini eşitliyor gibiydi. Zaten partinin 6 oku, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefleriydi. Siyasetini ve felsefesini partisinde yoğuruyor, uygulamasını devlet yönetiminde gerçekleştiriyordu.
CHP’nin temel işlevi; devleti ve toplumu Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda imar etmekti. Partinin yegâne görevi, bir anne gibi laik-demokratik cumhuriyeti korumak ve geliştirmekti. Dolaysıyla CHP iktidarında hiçbir zaman parti ve taban çıkarları dikkate alınmadı. Yandaş, yoldaş ayrımcılığı yapılmadı. Asla ‘oy kaygısı’ taşınmadı.
İzledikleri yol bir ideolojiden çok ‘çağdaş ülkeler seviyesine çıkma’ gayretinin vücut bulmuş haliydi. Adı da Kemalizm’di.
Biricik kutsalları; Türkiye Cumhuriyeti devletiydi.
Demem o ki; devleti kuran partinin sağ-sol ayrımı yoktu. Toplumun tüm kesimlerini ‘tek parti’ çatısında toplamış, cumhuriyeti inşa ediyordu. Ağırlıklı olarak askerler ve aydınlar başı çekiyordu. Bazı bürokrat, esnaf, eşraf ve toprak ağaları da destek veriyordu.
Burada altını çizmemiz gereken bir nokta var ki, günümüzü anlamanın şifrelerini veriyor bize. 1920’de açılan birinci dönem TBMM’de çok sert bir muhalif grup vardı ve her türlü değişime, yeniliğe ve rejime karşı çıkıyordu. Deyim yerindeyse ‘kurucuların’ ayağında prangaydı.
Daha başında TBMM iki gruba ayrılmıştı. Aralarında yenilikçiler ile gelenekçiler diye tanımlayabileceğimiz temel bir çatışma noktası vardı. Bu ayrım düşünsel bakımdan adeta Osmanlı’daki İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf rekabetinin meclise yansıması gibiydi.
1923’te yapılan yeni seçimle bu ‘ikibaşlılık’ durumu ikinci döneme taşınmadı. Çünkü bu tatsız rekabet çok büyük enerji ve zaman kaybına neden oluyordu. Oysa partinin, devleti kurma gibi zorunlu bir görevi vardı ve çok hızlı hareket etmeliydi.
Sonrasında CHP, farklı görüşlerin ortak partisi oldu. Çok partili yıllara kadar bünyesinde muhafazakâr, liberal, milliyetçi, orta yolcu görüşleri topladı. Belki de aralarında en az solcular vardı. CHP’yi parti yapan öncü misyonu “devletin bekası” anlayışıydı ve buna saygı duyan herkesi kucaklıyordu.
Hatta Şemsettin Günaltay gibi muhafazakar isimleri başbakan bile yaptı.
Kurucu liderin 1938’deki ölümü sonrasında bir bocalama döneminin yaşanması kaçınılmazdı. Ancak her şeye rağmen ortak kaygı, Atatürk’ün çizdiği yolda ülkeyi geliştirmek ve modernleştirmekti.
Atatürk’ün ölümüyle fırsat bekleyen güçlere gün doğdu.
Tehlikeyi fark edip, önlem alması gereken İnönü’den ‘Atatürk gibi’ hareket etmesini beklemek, nihayetinde haksızlık olurdu.
‘İkinci adam’ elinden geleni yapmasına rağmen gittikçe artan iç ve dış baskılar parti içinde bazı anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden oluyordu. İlk ayrışma sinyalleri toprak reformu çalışmasında belirdi. Devamında; başını Menderes ve Bayar’ın çektiği, Koraltan ve Köprülü’nün de imzaladığı “dörtlü takrir” önergesiyle CHP’deki çatlak alenen su yüzüne çıkmıştı.
Kısa süre sonra muhalif grup ayrışarak DP’yi kurdu.
Bu bölünme ile geçmişte kaldığı sanılan “yenilikçi-gelenekçi” rekabeti tekrar siyaset sahnesine dönüyordu. Ve gün gelecek kurucu-yenilikçi iradeyi tamamen tasfiye edecekti.
Türkiye artık çok partili sisteme geçmişti ve devlet partisi CHP’nin vermesi gereken bir de demokrasi sınavı vardı. 1950 seçimleriyle bunu da başardı; iktidarı sorunsuz şekilde DP’ye devretti.
Kırılma noktası, Menderes hükümetinin göreve gelmesiyle ve 1952 yılında NATO’ya girmemizle başladı. ABD’nin eli, bir kere koynumuza girmişti; artık çevirmeyeceği dolap kalmayacaktı. Siyasetten-ekonomiye, hukuktan-eğitime, dinden-sağlık politikalarına kadar her şey Sam Amca’nın keyfine göre düzenlenecekti.
Bundan böyle Atatürk ve partisi CHP oyun dışına itilecek, laik cumhuriyet iğfal edilecekti.
Hayat devam ediyordu. Seneler geçtikçe sağda ve solda başka partiler ortaya çıkmış, ideolojik yelpazedeki yerlerini almıştı.
Bu süre içinde CHP, muhalefetteki ‘devlet partisi’ olmanın verdiği şaşkınlıkla, siyasetin doğasına aykırı şekilde 20 yıl boyunca rotasız gemi gibi, ‘ideoloji yoksunu’ olarak sürüklendi durdu siyaset sahnesinde.
1970’li yıllara geldiğimizde ilk kez “ortanın solu” politikalarını Bülent Ecevit açıkça savunmaya başladı. Miting alanlarında dile getirdiği toprak işleyenin, su kullananın söylemiyle CHP rotasını sol ideolojiye çevirmişti. Kemalist sol ortaya çıkıyordu.
Artık bundan böyle, devlet partisinden çok ‘sosyal demokrat’ parti olarak anılacaktı. Lakin CHP, genlerinde bulunan ‘devletçi’ gelenekten asla vazgeçemeyecek, dolaysıyla ‘kalıcı sosyo-ekonomik taban’ edinmekte zorluklar çekecekti.
Öte yandan Osmanlı’da ‘Hürriyet ve İtilaf’ olan, tek parti içinde ‘gelenekçi’ kanadı temsil eden, çok partili dönemde ‘muhafazakârlaşıp’ Demokrat Parti’yi kuran ve 1950’de devlet yönetimini devralan sağ kanat siyaset, başta ABD’nin desteğini yanına alarak toplum içinde giderek yaygınlaşırken; muhafazakâr, liberal, milliyetçi ve İslamcı kollar üzerinden günümüze kadar iktidarda kalmaya devam etti. Böylece sağ partiler, özellikle ABD’nin ‘yeşil kuşak’ projesi kapsamında dinci-milliyetçi argümanlar üzerinden sürekli güçlenecek ve zaman içinde toplumsal çoğunluğu ‘siyasal islam’ potasında birleştirecekti.
Hesaplaşma vakti artık gelmişti…
Ünlü Alman filozofu Hegel’in ileri sürdüğü diyalektik yaklaşıma göre ‘her durum içinde karşıtını barındırıyordu.’ Artık antitez, tez’e karşıydı ve yenilikçiler ile gelenekçilerin çatışması senteze yaklaşıyordu.
1980 faşist darbesiyle çatışmanın finali belli oldu; yeşil kuşak Türkiye’nin boynuna dolanmış, ucu Pentagon’a bağlanmıştı.
Ortaya çıkan ‘yeşil sentez’, 2002 seçimiyle iktidarı tek başına ele geçirdi.
ANAP, DYP ve MHP devre dışı kalmış, Türk sağı çökmüştü. Geleneksel sağ tabanın kontrolü tamamen siyasal İslamcı AKP’nin inisiyatifine geçmişti. Takip eden seçimlerde muhafazakârları yanına çeken islamcı hareket giderek büyüdü ve güçlendi.
Art arda seçimler kazandı.
İktidarda kalma süreleri uzadıkça devleti tümden ele geçirdiler. Artık devletin görevi topluma hizmet değil, partiye ve ona bağlı ‘dinci’ tabana peşkeş çekilmekti.
Gün geçtikçe semirip palazlandılar. Ve ardından birkaç denemeyle güçlerini test ettiler. Kontrolün kendilerinde olduğuna kanaat getirince harekete geçtiler. ‘Atatürk Cumhuriyetinden’ intikam alma zamanı gelmişti. “Eski Türkiye” kavramıyla çağdaş demokrasiyi ve laik sistemi hedefe koyup yaylım ateşine tuttular.
Onları durduracak meşru mekanizmalar bloke edilmişti…
12 Eylül 2010 referandumu ‘laik cumhuriyetin’ tabutuydu. Son çivi de ‘başkanlık sistemiyle’ çakıldı!
Ve devlet tüm kurumlarıyla AKP’nin kontrolüne geçip, partileşti.
Sonuç; AKP=Devlet… Devlet=AKP…
Velhasıl 100 yıl sonra, başladığımız yere geri dönmüş olduk!