Bu güzel şarkıyı Leman Sam’dan dinlemeyeniniz yoktur sanırım. Bu şarkıyı benim gibi ilk duyduğunuzda bir aşk şarkısı sandınız değil mi? Keşke öyle olsaydı, ne güzel olurdu! Hikayesini duyduğunuzda içiniz acımaz, dahası da bu güfteyi yazanın çektiklerini bilmezdik.
“Kıyamam sana, seni seviyorum!” cümlesinden farklı bir anlam taşıyan cümledir. Sevgi, merhamet, üstüne titremek, ona kötü bir şey olmasın dileği, ayağına taş değmesin sözü gibi! Öyle yoğun, öyle içten, ta yürekten söylenmiş gibi!
Bu şarkı, çaresizlik hissinin ne kadar derin ve acı kayıtları olduğunu tekrar görmemi sağlayan şarkıdır. Zihnimdeki neredeyse tüm çaresizlik anlarını gözümün önüne getirip defalarca seyretmemi sağlamıştır. Vazgeçmenin zorunlu ve de acı veren yanını anlatan, dinlediğiniz zamanki ruh halinize göre sizde değişik izler bırakabilecek güzel bir şarkıdır.
Bir arkadaşım bu şarkıyı dinlediğinde gözünde canlanan filmi şöyle anlatmıştı: “Bir keman öğretmeni, orta yaşlı, olgun bir kadın başrolde yer alıyor. Yardımcı rollerde genç ve yakışıklı bir erkek varmış gibi durur. Dinlerken aralarında geçenleri hayal etmek zor değildir! Kendinden büyük ve olgun kadına aşık olan genç erkek, onu seven ama acı vermek istemeyen kadın… Sonra birisinin gitmesi gerekir ki bu erkek olamaz. Kadın “kıyamam sana” diyerek alır çantasını gider ve arkasında bu şarkı çalar.” Neyse uzatmadan ben hikayesine geçeyim.
“Demir korkulukların arkasında içeriye iştahla bakan ve birbirlerinin önüne geçmek için mücadele eden erkeklere bakarken aklından ‘Bu hayatı ben tercih etmedim!’ diye geçiriyordu. Hayat kadınlığı tercih edilecek bir hayatta değildi. Ancak cahilliğin nelere sebebiyet verdiğini bedenini satarak anlamıştı. Sevdiği adamın sözlerine kanıp, ailesini ve her şeyini geride bırakarak İstanbul’a yeni bir hayatın hayallerine inanarak gelmişti.
Nereden bilecekti sevdiği adamın tavrı ve yaklaşımının değişerek onursuz, vicdansız ve şerifsiz bir adama dönüşeceğini? Halbuki o yaşında ne hayaller kurmuştu mutlu bir yuvanın umuduyla! Oturduğu yerden dışarıdaki kalabalığın bağırışları kulağından sessizce ayrılırken o karanlık gece görüntüsü gözlerinin önünde belirmişti.
Beraber yaşamaları bir ayını doldurmuştu ki imam nikahlı kocası arkadaşlarını eve davet etmiş, eğlenceli bir geceye başlamışlardı. O yaşa kadar hiç görmediği uyuşturucu ile o gece tanışmıştı. O gecenin sabahında İstanbul’a neden getirildiğini anlamış, ama ne yazık ki iş işten geçmişti. O geceden sonra hayatta kalabilmek için büyük şehrin cahil ve biraz da alımlı bir kadından istediklerine çaresizlikten nasıl göz yumduğunu hatırladı!
Zaman geçmiş, iki can olduğunu fark etmişti. Onu bu hayata getirip getirmemekte tereddüt etmiş, aldırmaya karar verdiğinde de bebeğin alınacak süreyi geçtiğini doktorun uyarısıyla anlamıştı. Cahillik ve gençlik birleştiğinde ne yapacağını şaşırmış, rüzgarın etkisine kapılmış bir sonbahar yaprağı gibi sağa sola savrulup duruyordu. Akıl alacağı bir dostu ve arkadaşı yoktu. Bir erkekten diğer erkeğe…
Kendi geleceğini artık göremez, yaptıklarından, yapacaklarından korkar olmuştu. Korkmanın da bir adım ötesine geçerek artık kendine olan inancını yitirmiştir. Bulunduğu ortamı ve şartları düşününce bebeğinden vazgeçmekten başka çaresi yoktu. Bebeğini evlatlık verecektir. Doğum olmuş, yavrusuyla beraber olduğu o son gece çaresiz anne bu sözleri yazar.
Bir gün anlayacaksın, neden sessizce gittiğimi
Senden vazgeçmek uğruna, nasıl bir savaş verdiğimi
Mevsim kış olur hani
Bir yudum güneş bulamazsın
Sonsuz uçurumlardaki
çiçeklere dokunamazsın.
Her sabah bir sayfa daha, eksilip gidiyor ömrümden
Gönlümün yıkıntılarında, can çekişiyor umutlarım
Ellerimde acı var, ellerini tutamam Kıyamam, kıyamam sana..
Yollarımda ayaz var
Yaklaşma yollarıma
Kıyamam, kıyamam sana
Karanlık gecelere ortak edemem seni Kıyamam, kıyamam sana
Şimdi o anne ne yapar ve o çocuk ne durumdadır bilmiyorum! Ama şunu çok iyi biliyorum ki aldığı kararla çocuğunu karanlık gecelere ortak etmedi!